31 Ocak 2010 Pazar

joie de vivre

31 Ocak 2010 Pazar 1

Ne zaman canım sıkılsa Amelie'nin soundtrackini dinleyip kendime geliyorum.Efsanevi filmin efsanevi soundtrackini.Yann Tiersen'in harika besteleri bu masalsı ve rengarenk filmi daha renkli hale getirmişti.20 parça mevcut albümde.Biri fransızca biri ingilizce iki şarkı var.Guilty adlı şarkı çok güzel,eski bir kayıt ve sözleri çok hoş: "if it's a crime that i am guilty, guilty of loving you..."
Amelie gösteriminden aylar sonra yaşadığım şehre gelmişti.Arkadaşımla erken bir seansa gitmiştik.Salonda ikimizden başkası yoktu.Önce filmi gösteremeyiz,iade edelim paranızı falan demişlerdi ama sonra izlemiştik.Kendimi çok şanslı hissetmiştim böyle güzel bir filmi sinemada izleyebildiğim için.Sevimli karakterleri,esprileri,müthiş yaratıcılığıyla benim için bir başyapıt. Fransızca aşkımı başlattı bu film.Sonra kursa da gittm bir sene "je suis etudiant, j'aime le cinema." dan öteye geçemedim ama fransızca ve paris sevgim bitmedi. Audrey Tautou o sevimliliğiyle,yaptığı iyiliklerle sonra bulduğu hayatının aşkı ve mutluluğuyla beni büyülemişti.
Albümdeki çok sevdiğim parçalar şunlar:
Comptine D'un Eté: L'apres Midi
La Valse D'Amelie (orchestra version)
Le Moulin
La Dispute
La Valse Des Monstres
Yann Tiersen'in müziği çok canlı, çok enerjik, çok sesli bir müzik.Adeta büyüleyici.Daha sonra Goodbye Lenin filmine de soundtrack yaptı.Yani naif ve güzel filmler için Tiersen'in müziği biçilmiş kaftan.
Amelie hem dvdsiyle hem soundtrack albümüyle eczanelerde satılmalı bence antidepresan olarak.

Sertab Erener'i Canlı Dinlemek..

Bende uykusuzluk halleri yine nüksetti. Tam düzene girmisti yine uctu gitti. Neyse aslında bir bakıma ise de yarıyor, bu sayede KanalTürk'te Berrin'le Gecenin Rengi adlı programı izledim. Pek bir keyif aldım, cok da mutlu oldum. Cunku konugu Sertab Erener'di. Hani derler ya saatlerce insan soyleyemez, sesi kısılır bir süre sonra, o yuzden konserler kısa tutulur..yok yani bu sözler Sertab Erener icin gecerli degil kesinlikle.. Sonlara dogru daha da sesi acıldı. En ufak bir degisiklik yoktu sesinde o kadar guzel..Kayitlarindan ayiramazsin canli halini.. Gerci tabii ki kanıtlanmıs bir gercek; kıskanılacak boyutlarda 'inanılmaz' diye tabir edilebilecek bir ses rengi var. Allah basımızdan eksik etmesin :) Konserine gitmeyi o kadar cok istedim ki.. Cok keyifli bir programdı. Baslangıcta Elif Safak'ın Sertab Erener icin yazdıgı mektubunu okudu. O kadar güzel anlatmıs ki. Bir yerden orjinal metnini bulursam paylasmak isterim. Veya bu programın tekrarı oluyorsa izleyin mutlaka. Taksideki saka, kardesinin sesi diye tahmin ettigim kisinin Sertab Erener'i anlatması. Ulser oldugunu ve bu konuda inanılmaz sıkıntılar cektigini bilmiyordum mesela. Sabrına ve disiplinine hayran kaldım. Cok zorlu günler gecirmis.. 'Oyle olmasaydı simdiki Sertab olamazdı ama diyor' kardesi cok da dogru..Beraber calıstıgı müzisyen arkadası geldi son iki sarkısını soylerken; piyanoyla oynuyordu resmen.. Herkes o kadar profesyoneldi ki. Hayran kaldım gercekten. Bu programı da ilk defa izliyorum bu arada, Berrin Hanım son derece enerjik tatlı bir kadın.
Ayrıca bunu da bugün ogrendim, Grammy'e aday olmus Sertab Erener; Demir Demirkan'la yaptıgı bir albumle. Anladıgım kadarıyla, türküleri Ingilizce söylemis veya ona benzer bir seyler. Internetten arastırmak istedim ama cok detaylı bir bilgi edinemedim. Merak icerisindeyim bu konuda.. En kısa zamanda kendimi aydınlatmam lazım :) Ben de hani artık single albumler mi cıkaracak boyle, bitti mi daha yeni bir seyler yok mu derken Grammy'e aday oldugunu ogrenince kendisine hak verdim, bir kere daha hayran kaldım.
Unutamadıgım sarkıları:
-Incelikler Yuzunden
-Yara (Levent Yuksel'le birlikte harikalar yaratmıslar)
-Yanarım
-Acık Adres (bu parcası da mukemmel olmus)

yaşamak mı ölmek mi?


Michael Cunnigham'ın Saatler kitabından çok etkilenmiştim.Üç kadın,birbirine bağlanan hayatları,aynı zamanda yazar,kahraman ve okur üçgeni.Hayatlarıyla ne yapacağını bilemeyen, kendi içlerinde fırtınalarla boğuşan,ölümle hayat arasında gidip gelen kadınlar.

Stephen Daldry bu zor kitabı müthiş bir şiirsellikle,başarılı oyuncularla beyazperdeye aktardı. Nicole Kidman Oscar kazandı.Ama filmi bu kadar güzelleştiren,akmasını sağlayan en önemli şey Philip Glass'ın harika müzikleriydi.

Piyano ağırlıklı 14 tane parça var soundtrack albümünde.Michael Cunnigham'ın filmle ve müzikleriyle ilgili bir yazısına ve kitaptan alıntılara yer verilmiş kartonette.Filmdeki iniş çıkışları, karakterlerin ansızın aldıkları kararları,yenik düşmelerini,sarsılmalarını müzikler çok güzel aktarıyor.

"The Poet Acts", "Morning Passages", "Why Does Someone Have to Die?" benim favori parçalarım.İnsanı alıp götüren,biraz depresif bir albüm ama filmle kitap da öyle.Sonuçta Virginia Woolf'un ölü bir kuş karşısında yaşadığı dehşet ve intiharına karşın diğer iki kadın her şeye rağmen o an "orada ve hayatta" olmanın hem acısını hem mutluluğunu kabul ediyorlar.Müthiş bir fimi tamamlayan çok güzel bir soundtrack çalışması.

30 Ocak 2010 Cumartesi

vogue türkiye!

30 Ocak 2010 Cumartesi 1

Mart kapıdan baktırır Vogue Türkiye aldırır.Dünyanın en prestijli moda dergisi sonunda geliyor. Aylardır konuşuldu,editör kim olacak,kimler çalışacak diye?
Yıllardan beri uğraşılan ve getirilmeye çalışılan bu devi Doğuş grubu getirdi.Derginin genel yayın yönetmeni Doğuş Yayın Grubu'nun iş geliştirme ve dış ilişkiler sorumlusu olan Seda Domaniç olacak.Conde Nast'la yapılan görüşmelerde Domaniç'te karar kılınmış.Moda editörü ise Mary Fellows,yani ithal:) Art direktörler de öyle. Titiz bir çalışma söz konusu.
Önümüzdeki hafta başlayacak olan İstanbul Fashion Week,Vogue Türkiye....Bunlar Türkiye'de moda için çok önemli olaylar.Merakla bekliyorum Vogue nasıl olacak,kadroda kimler var,nasıl editoryaller olacak,bizim kendi tasarımcılarımız yer alacak mı? Daha önemlisi kapakta kim olacak? Benim en büyük korkum çağrılan her yere giden,pr delisi olmuş Elif Şafak'ın kapak olması. Düşünsenize ne komik olurdu:kırmızı renkli tek omuzlu bir Lanvin elbise ya da vintage bir Missoni hırkayla Elif Şafak! Yazısı da şöyle: entelektüel şıklığı:)

love at first sight



Kris van Assche çok yetenekli bir tasarımcı:Dior Homme'un tasarımcısı.Fakat kendi markası da var.Çok yenilikçi çok dinamik tasarımlar yapıyor.Son kampanya fotoğrafları harikaydı.Yaratıcılık sonsuz anlayacağınız.Ama kendisinin en güzel tasarımları müthiş ayakkabıları. Hepsine bayılıyorum.Çok yalın ve çok güzeller.Yani tam tasarımcı işi.Her biri resmen giyilebilir sanat eseri.

Ama bu 310 euroluk sarı fermuarlı deri sneaker beni benden aldı, aşık oldum. Mario oynarken sapıtan velet gibi delirdim bunu görünce.Alcaam alcaaammmm!!! Bühüüüübühühüü.......

böyle buyurmuş kaiser


"In a meat eating world, wearing leather for shoes and even clothes, the discussion of fur is childish. "(In the north, hunters) make a living having learned nothing else than hunting, killing those beasts who would kill us if they could kill us."


Karl Lagerfeld kendine kızan Peta yetkililerini böyle paylamış zamanında.Bu nasıl bir rahatlık nasıl bir kendine güven şaşırdım.Ne diyelim sonuçta lüks bir moda evini tek başına yönetiyor.Ne dese ne yapsa olay.Hayran olduğum bir insan kendisi.70 küsür yaşında hala çalışıyor.Üstelik moda tasarım eğitimi almamış yani alaylı ve şu anda kariyerinin zirvesinde.Chanel'i müthiş bir şeye dönüştürdü.Harika koleksiyonlar yapıyor,Şangay'da Moskova'da defileler düzenliyor. Kampanya fotoğraflarını kendi çekiyor.Yani Lagerfeld hakiki kürk kullanıyorum ben diyorsa kimse bir şey diyemiyor.Böyle bir ego,böyle nevi şahsına münhasır bir insan.Her gün şaşırtıyor.

kaç kere yemin ettim....

Sartorialist'i bilmeyen,görmeyen kaldı mı? Yine de söyleyeyim.Moda endüstrisinde uzun yıllar çalışmış olan Scott Schuman adlı bir şahıs tasarımlarla,podyumdakilerle sokak arasındaki farkı görüp sokak modasını fotoğraflamaya başladı birkaç yıl önce.Kıyafetlerini, kombinlerini beğendiği insanların fotoğrafını çekti.Sonra bunların iyilerinden bir best off kitabı yapıp imza günleri düzenledi,yani aldı yürüdü.Ama bir süre sonra sıkıldım ben.Bazı insanlar özellikle sanki nasıl marjinal olsam diye giyinmiş.Çoğu öğrenci,editör,sanatçı bıdıbıdı zaten.Bir de bir trend olmuş Allahhh herkeste aynı şey.Hele yazın çorapsız makosen giyme trendi vardı ki sormayın. Tamam görüntü olarak güzel,kısa paçalı,dar kesimli pantolonla hoş oluyor ama rahatsız bi şey sonuçta.Neyse uzun zamandır bakmıyorum kısacası bu siteye.
Ama daha yeni bir site daha var ki bu alanda Sartorialist'i solladı: jak and jil. Yine sokaktan insanlar ama bu sefer tam tadında. Çünkü Milano,Paris moda haftalarında çekilmiş fotoğraflar.
Kişiler model,editör veya tasarımcılar ve çok şıklar. Daha yaratıcı daha mükemmeller. Tommy Ton'un çektiği fotoğraflar harika.Ayakkabıları çok çekiyor. Artık günümüzde ayakkabı elbiseyi değil elbiseler ayakkabıları tamamlıyor zaten.
Ama bu kusursuz hem güzel hem yakışıklı hem de şık giyimli insanları gördükçe moralim bozuluyor.Ya bu kadar da sığ bir insanım.Kaç kere diyorum kendime bir daha bakmayacağım diye ama napayım dayanamıyorum.Bu da böyle bir iptila işte.

Puzzle ama FOSFORLU !

Efendime soyleyeyim, bu gormus oldugunuz yer Hong Kong'dan kucuk bir alıntı olup, karanlıkta sanki ısıklandırmalarla dolu binalara bakıyormussunuz izlenimi veren, bizzat tarafımdan alınıp zevkle yapılmıs, 1000 parcadan olusan bir puzzledır. Cok anlamlar yuklemenize gerek yok, etrafını fosforlu kalemle cizmisler binaların, gece iste onlar gozukuyo ama hos bir manzara oluyor..Cerceveletip odama asacagım insallah en kısa zamanda. Bu soguk havalar, yuzumde igne batma etkisi yarattıgından dısarda bulunmaktan mumkun mertebe kacar durumdayım..hayırlısı. Beni kandırmak cok kolay iste..hooop cıkar böyle marjinal bir ürün, ben de alıp hemen yapayım. Ay cok guzel oldu! Fosforlu halini de göstermek isterdim ama fotograf makinem, gece benim gordugum fosforlu alanları size gostermemi imkansız kılıyo. Bir teknigi bir yöntemi varsa benimle paylasırsanız eger ole de ceker koyarım. Sevgiler!

Sanırım karanlıkta cekme isini de becerdim!! Bakınız:

Hot Chip

Hot Chip, 2000 yılından gunumuze gelen, elektro indie pop tarzı calan, aynı zamanda Grammy'e aday gosterilmis olan Ingiliz bir grup. Dorduncu albumleri olacak One Life Stand ise, Subat'ın ilk haftası cıkacakmıs. Simdiden birkac sarkısı radyolarda donmeye basladı. Acıkcası, albume alısmam biraz zaman aldı, pek bekledigim gibi degildi. Daha pop bir tarza kaymaya calısmıs, eski sarkılarında dinledigim o tadı bulamadım.(Ne demek istedigimi anlamak istiyorsanız Over and Over veya Ready for the Floor sarkılarına bir göz atın.) Bu arada, son albumlerine adını veren One Life Stand sarkısına klip cekmisler. Kendi web sayfalarına koymuslar oradan izleyebilirsiniz.

Ayn Rand'ı okumak okutmak..

Fountainhead (Hayatın Kaynagı) adlı kitabını okuyayım bir dedim. Tugla boyutlarına sahip bu kitabı okumak insanın omrunden omur yiyiyor mu? Bence, evet.. Sinan Cetin eminim ki cok severek okumus, bu yuzden de kitabı yayınlamak istemis, sahiplenmis etmis, zamanında da iyi satıslar elde edildi falan da... Yok yani ben begenmedim.. Bir mimarın hayatını anlatan bu kitabın filmi de cekilmis sonrasında.. Etkilenenler ciddi bir boyuttaymıs, o da anlasıldı. Belli bir felsefeye dayanan, herkesin o mertebeye ulasamayacagı, hatta olanlara bir anlam veremeyecegi, eh sonlarına dogru da fena sacmalamıs denilebilecek bir hikayesi var. Basta tamam 'oo iyiymis, etkilendim. kapitalizm, modern toplum..ne guzel ele almıs' dedim ama cok uzun be kardesim..Oku oku bitmiyor. 23 yıllık hayatım boyunca(düsün o kadar cok yasamısım, gecirmis gormusum:p) ben bir kitabı okumakta bu kadar zorlanmadım. Bu kitabı bitircem diye yanında bir 5 kitap daha bitirdim, bu kitap hala bitmedi. Konu bir türlü ilerlemedi, olmadı iste. Ayn Rand'ın sınavından kaldım. Okumayın ama bence, hayat güzel hani o yanlarını gormeye calısın..gercekten ciddiyim bu konuda :)

29 Ocak 2010 Cuma

beyazperde

29 Ocak 2010 Cuma 1

Yıllar önce Trt'de müthiş bir program yayınlanırdı cuma akşamları:Beyazperde.Ali Hakan hazırlayıp sunar,Tuna Erdem,Mehmet Açar ve Alin Taşçiyan ile gösterime giren filmleri yorumlardı.
Sinema aşkımı perçinleyen çok güzel bir programdı.Eleştirmenlerin hepsi çok iyiydi.Tuna Erdem parmaksız eldivenler takar,çok farklı analizler yapardı.Mehmet Açar çok cool bir insan zaten.Sinema dergisinin genel yayın yönetmeni ve aynı zamanda yazar.Kendisinin daha sonra Siyah Hatıralar Denizi kitabını okuyup çok beğenmiştim.Alin Taşçıyan da Türkiye'deki en iyi sinema yazarlarından biri olarak çok hoş yorumlar yapardı.Dvdler tanıtılır,bazen konuklar olurdu.En güzeli Türk yönetmenlerin kısa filmleri gösterilirdi.Dolu dolu bir programdı anlayacağınız.Sonra Tuna Erdem gitti,Yeşim Tabak geldi.Bir süre sonra da program bitti.
Bunları bana hatırlatan çok güzel bir haber okudum.Alin Taşçiyan Uluslararası Film Eleştirmenleri Derneği FIPRESCI'nin başkan yardımcısı seçilmiş.2 yıl süreyle bu görevi yürütecekmiş.Çok gurur duydum ülkem adına.Başarılı bir eleştirmenin uluslararası bir görev alması gerçekten çok güzel.Yaşasın sinema!

25 Ocak 2010 Pazartesi

The Time Traveler's Wife

25 Ocak 2010 Pazartesi 0

Tamam artik bir ask hikayesi beni etkileyemez dedim, kitabını okuyunca tüm dediklerimi unuttum. Aglamaktan icim dısıma cıktı.. Bir ask bu kadar mı guzel olabilir.. Hayali olan seyler bu kadar mı guzel bir sekilde gercekci bir hale getirilip anlatılabilir.. Diyaloglar inanılmaz. Etkilenmemek elde degil zaten..
Klasik bir gorustur bu hani, kitabını okuduktan sonra filmini sevmezsin. Bircok sey havada kalır cunku, aynı duygu yogunlugunu yasayamazsın okuduklarınla. Hayalgucunde o romanı okurken bambaska mekan ve insanlar hayal ettin belki de.. Nitekim bana oyle oldu. 'Icinde cok daha guzel anlatilmasi gereken yerler varken, neden buraları secmisler acaba?' dedim filmi izlerken. Eric Bana ve Rachel Mcadams kendi icinde yine cok sevimli bir cift olmuslar ama kitaptan bagımsız ayrı iki karakter gibilerdi daha cok. Filminde Broken Social Science'ın Love Will Tear Us Apart 'ı coverladıgı sarkısının caldıgı sahneler ama izlemeye deger.. Zaman yolcusu olmanın bence avantajlarından da faydalanabilirdi. Nasıl kullanacagını anlayabilirdi, sonrasında dunyaya iki uc katkısı bulunurdu. Ardından kelebek etkisine donerdi tabii olmazdi tüm bu dediklerim.. Eh iste ben bu yuzden yazar olamıyorum, Audrey Niffenegger, National Best Seller bir kitabın yazarı oluyor. Bu arada filmin sonunda, executive producer Brad Pitt yazdı 'hayırdır insallah' dedim gördügümde...
Bilim kurgu kıvamında ama aynı zamanda bir ask hikayesi Zaman Yolcusu'nun Karısı... Böyle ben kolay kolay etkilenmem de hani iddia ediyorum en duygusuz insanları bile mahvedebilecek bölümleri var.. Ah kim istemez oyle bir cayırda oturan kucuk kız yerinde olmayı, derken esas kahramanımızla tanısmayı..
Iste beni kitleyen laflardan birini de en sona bırakıyorum sizi de düsünmeye itiyim biraz..
"Don't you think it's better to be extremely happy for a short while, even if you lose it, than to be just okay for your whole life?"

Güzel Bir Günden Güzel Bir Söz...

Yaklaşık bir buçuk ay önce Ankara Kalesi'ne gezmek için tırmandık. Çok güzel bir gündü. Hava yağmurluydu, ama mükemmel keyif vericiydi. Kalenin surlarına tırmandık. Ankara'yı doya doya seyrettik.

Sur içinde gezerken, küçük çocuklar yolumuzu kestiler. Hemen, kendi yazdıkları tarihi senaryolarla, kaleyi bize anlatmaya başladılar. Aman Allah'ım ne senaryolar, ne senaryolar=)) Neyse çocuklar paralarını aldılar ve çekildiler yanımızdan biz de kendi kendimize gezdik. Kalenin daracık sokaklarına girdik. Bilenler, gezenler bilir, atmosfer mükemmeldi. Bir de hava kapalı olunca bence daha bir etkileyici oldu.

Biraz aşşağılara doğru indik. Bir baktık Çengel Han'ın önündeyiz. İçeri girsek mi girmesek mi, neyse hadi girelim dedik ve gerçekten çok hoş bir mekan. Hatırlarsanız geçen yıl Hillary Clinton, Türkiye'ye gelince orada üniversite öğrencileriyle buluşmuştu. Han, Koç ailesine ait çok eski bir han. Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı, Damat Rüstem Paşa yaptırmış. Vehbi Koç'un ilk olarak iş hayatına atıldığı yer. Han'ın içinde küçük bir bölümü, Vehbi Koç'un çalıştığı küçük dükkan yeniden yaratılmış. Çok hoş, sevimli ve zamanını yansıtan minicik bi dükkan. Orada tarih yeniden canlanıyor. Çok eski değil belki ama. Bence çok değerli bir yer.Çok da etkileyici. Bunun nedenlerinden biri de duvarda Vehbi Koç'a ait bir sözün yer almasıydı. Bu söz;

"Rahatınız için gerekli olan hiçbir şeyden kendinizi yoksun etmeyin; ama size onur veren bir sadelik, sorumluluk içinde yaşayın ve son nefesinize kadar çalışın."

Bu söz o mekanda, o atmosferde bana çok etkileyici geldi ve bence kulağıma küpe olabilicek sözlerden birisi.

PS. Buradaki II. çoğul kişi kuzenim.=))

24 Ocak 2010 Pazar

Eğlence Zamanı...

24 Ocak 2010 Pazar 3



Eh artık Şubat tatili başladı. Malumunuz mevsim de kış, dışarı da çıkılmıyor. Evde neler yapılabilir diye kendimce fikirler geliştirirken, kurabiye yapmaya karar verdim. Daha önce de birkaç kez yaptığım "Tırtıl Kurabiye" hamurunu;



150 gr. margarin
1 yumurta
2/3 su bardağı şeker
2,5 su bardağı un
Yarım paket kabartma tozu;

ile meydana getirdim. Evde bulduğum çeşitli kurabiye kalıpları ile şekiller verdim; tepsilere yerleştirdim ve doğru fırına=)).

Ardından fırından çıkıp biraz soğuttuğumuz kurabiyelerin üzerlerini, Dr.Oetker'in şekerli süsleme glazürleriyle kurabiyelerimi renklendirdim. İlk defa kullandığımdan biraz acemice oldu ama ben bunları yaparken gerçekten çok eğlendim.
Sanırım evdekiler de şu sıralar kurabiyelerimi afiyetle yemekteler=)).

23 Ocak 2010 Cumartesi

Sweet November

23 Ocak 2010 Cumartesi 0

İlk olarak bir gece yarısı Show Tv'de izlediğim "Sweet November" beni derinden etkiledi. Sağolsunlar tv kanallarının belli aralıklarla vermesiyle filmi daha bir beğenir oldum. Filmin aslında ağır bir yanı olmasa da tuhaf bir şekilde izleyen herkese iç çektirebilme özelliğine sahip:)) Daha sonra DVD'sini alıp defalarca seyrettiğim filmi sizinle de paylaşmak istedim:))

Filmimiz San Francisco semalarında - sık sık Golden Gate görüntülerinin yer verildiği sahnelerinden anladığımız üzere- geçmektedir. Esas kızımız Sara Deever ( dünyalar güzeli Charlize Theron), kansere yakalanmıştır. Kendisini tüm maddi olaylardan soyutlamış ve ailesinden ayrılarak tek başına yaşamaya başlamıştır. Esas oğlanımız Nelso Moss ( Bay Matrix Keanu Reeves) başarılı, bol ödüllü bir reklamcıdır. Başarıları nedeniyle fazlasıyla ukala takılan Nelson'la, esas kızımız Sara bir ehliyet sınavında karşılaşır; Nelson, Sara'dan kopya isterken sınav görevlisi Sara'yı görür ve sınavdan atar. Ehliyetini yenileyemeyen Sara, Nelson'a musallat olur. Böylece sık sık karşı karşıya gelirler. Daha sonra Sara'dan nefret eden Nelson yavaştan Sara'ya aşık olur. Bu arada Nelson, ukalalığından dolayı işinden kovulmuştur. Sara da bu maddi bataklığa batmış insanı arındırmak için ona " Will you be my November?" der ve Nelson artık terapiye girmiştir:)) Bu bir ay boyunca maddi hiçbirşeyi kullanmayacaktır. Ne bir cep telefonu, ne bir tv, ne bir pahalı gömlek...

Nelson, bir ay da farketmeden Sara'ya deli gibi aşık olur. Sara da hastalığını ondan gizlemiştir. Bir gün Nelson, Sara'ya evlenme teklif eder. Sara da deli gibi istemesine rağmen kabul etmez. Nelson buna üzülür; ancek Sara'nın aniden hastalanması Nelson'ın soru işaretlerinin yok olmasına yetmiştir. Neden evlenmek istemediğini, neden sadece bir ay istediğini açıklamıştır. Herşeye rağmen Nelson, onunla evlebileceğini belirtse de, Sara onu daha fazla incitmemek için onu hazin bir şekilde terk eder. Bu son sahne gerçekten acıklı.

Filmin başta da belirttiğim gibi çok bir özelliği yok ancak izleyeni derinden etkiliyor. Bunda bence müziklerinde etkisi büyük. Şahsen beni Enya'nın seslendirdiği "Enya-Only Time" ın yer aldığı sahneler çok etkilemişti. Hala da etkiliyor:)) Çünkü bıkmadan usanmadan defalarca seyrediyorum... Herkes en az bir defa seyretmiştir heralde. Tekrar hatırlatmak istedim. Bu kısa ve saçma özeti daha iyi anlayabilmek için fragmanına bir goz atabilirsiniz.

22 Ocak 2010 Cuma

Tosun ile Yabancı Damat

22 Ocak 2010 Cuma 0
Turkcell'in yeni sloganı "turkcellinin gücü, turkcellin cekim gücü" adı altında yaptıgı kısa film tadındaki reklam cok tutmustu. Ben de cok begenmistim izledigimde.. Simdi ise Sahan'ın yeni cıkarttıgı karakterler; Tosun ile Yabancı Damat'ın oynadıgı reklam serileri dikkat cekiyor. En son yayınlanan 'feribot macerası' bu aralar televizyonda sıkca gösterilmekte. Tosun; güresci.. Tosun'un yegeni, yabancı bir adamla nisanlanacak, Tosun onu havaalanından alıyor ve arabayla giderken yolda baslarına gelen maceraları anlatılıyor. Diyalogları cok eglenceli buldum.
Recep Ivedik karakterini acıkcası pek sevmemistim ama bu ikili inanılmaz komik olmus ellerine saglık Sahan'ın. Izleyip izleyip gülüyorum. Keske eskisi gibi bu tarz skecler yapsa. Dikkat Sahan Cıkabilir'i zevkle izlerdim. Disi yakarıs fln ne kadar güzeldi..
Simdiye kadar cikan reklamları sırasıyla söyle:
*Tosun ile Yabancı Damat
*Tim'de Mola
*Tim'de Mola 2
*Feribot Macerası

Elizabeth & James


Elizabeth and James dünyanın en meşhur ikizleri olan stil ikonları Mary Kate ve Ashley Olsen'ın kurduğu genç bir marka.Daha önce de Row adlı lüks bir marka kurmuşlardı.
Kendi bohemian chic tarzlarıyla ifrat ve tefrit arasında kalan ikizler sonunda dengeyi Elizabeth and James'le bulmuşlar gibi.Markanın kadın,erkek,kadın ayakkabısı ve mücevher koleksiyonu var.
Markanın kuruluş amacı tasarımcı trendleriyle modern trendleri birleştirmek ve aradaki boşluğu doldurmak.Yani sade ve şık giysilerle tasarım giyinmek.Kadın koleksiyonu yalın ve basic parçalardan oluşuyor.Genelde açık renkler hakim,arada yeşiller turuncular da var ama. Maskülenlik ve feminenlik içiçe.Boyfriend bir ceketin yanında yeşil bir mini bir etek de karşınıza çıkabiliyor.
Erkek koleksiyonu ise lüks kumaşlarla yapılmış casual parçalardan oluşuyor.Çizgili tişiörtler, rahat pantolonlar ön planda.Ayakkabı koleksiyonu ise bunlara kıyasla daha iddialı ve bir o kadar da orijinal ve çeşitli.Mücevherler ise rock temalı ve çok güzeller.
Salaş olup hoş görünmek ya da fazla uğraşılmamış gibi duran şık bir tarz için ideal Elizabeth and James.Missoni vintage elbiselere,bol kazaklara,ve Chanel kemik gözlüklere tutkun Olsenler kendi zevklerini çok güzel yanstmışlar.Elizabeth and James'in cool tasarımlarını V2k Designers Nişantaşı'nda bulmak mümkün.

İtalya'da bir Türk


Hüseyin Çağlayan ve Dice Kayek'ten sonra moda tasarımı alanında yeni bir gururumuz daha var artık:Ümit Benan.
Ümit Benan erkek giyimi üzerine tasarım yapıyor ve 3 .koleksiyonunu hazırlamış.İtalya'da genç yeteneklere verilen Who's Next ödülünü de kazanmış yeni olarak.
Bu işe gönül veren ve hakkıyla yapmak isteyen çoğu kişi gibi fiyakalı bir okuldan London Central Saint Martins College of Art and Design'den mezun olmuş.Bir süre New York'da yaşamış ve sonra İtalya'ya yerleşip markasını kurmuş.
Model olarak yaşlı birini kullanmayı tercih etmiş.Çok orijinal ve güzel olmuş bu seçim.Son koleksiyonunun adı Emekli Rockçılar.New York deneyimlerinden etkilenmiş bu koleksiyonda. Çok güzel ve şık bir koleksiyon.ilkbahar yaz koleksiyonu da çok eğlenceli ve başarılı-özellikle diz üstü şortlara ve canlı renkteki takımlara bayıldım.
Ayrıca 77 gün adlı bir çalışmayla,tasarımcı genel olarak tasarım felsefesini de anlatmış.Tüm bunlara buradan bakabilirsiniz:http://www.umitbenan.com/

21 Ocak 2010 Perşembe

sales soldes soldi

21 Ocak 2010 Perşembe 0

Memleketimizde büyük kış indirimi günlerini idrak ediyoruz son 2 haftadır.Bunların memleket dahilinde en fazla infial yaratanı Zara ve akrabalarının 2 ocakta başlayan öl ya da öldür indirimiydi.Alışveriş bağımlılığıma tövbe etmiştim ve 2 aydır ayıktım.Bu indirim çılgınlığının irademi zorlamasına izin vermek istemedim ve kayıtsız kaldım.Fakat bünyede var zira dayanamayıp bir kaç kere gittim tabi.Ama heyhat! Zara indirimini haber vermeyenlerden.Mesela Energie ve Vakkorama mesaj atıyorlar.Fakat bu Zara indirimi galiba bazılarının içine doğuyor.İndirim günü saat 10 da 11 de anında bir izdiham oluyor ve "it" malların çoğu tükeniyor.İnsanlar bir nevi "bak ne kadar inmiş "psikolojisiyle alıyor da alıyorlar.Bazı ürünlerin fiyatı 10-20 lira düşmüşken bazılarında 50-60 liralık düşüşler mevcut.135 liralık gümüş-mavi renkli boğazlı bir sneaker 50 liraya düşmüş.Madem 2 ay sonra bu kadar düşüreceksin niye başta düdüklüyon milleti? En kötüsü de sezon başı beğendiğiniz bir şeyi indirimde bulamamak ya da uygun bedeninin kalmaması çünkü s ve xl ürünler kalıyor geriye.Bu tür zamanlarda en iyisi neye ihtiyacınız olduğunu belirleyip mağazaya ona göre dalmak,ya da avcı içgüdüsüyle önceden işaretlediğiniz ürünleri bulmaya çalışmak.Zor ve zahmetli bir süreç yani.İndirim moduna girip gereksiz şeyler almamak lazım.Sonra kasalarda bir de iade kuyruğu oluşuyor.Çünkü bünye ne aldığını eve gidince fark ediyor.
Ben de dün Kızılay Zara'yı ziyaret ettim.Yağmalanma feci boyuttaydı.Geriye sadece cart renkli tişörtler ve kazaklar kalmıştı.Şık ceketler,montlar,havalı pabuçlar çoktan gitmişti.Ama bir tane kazak bulabildim.Kırmızı-gri çizgili ve yine gri renkli ince bir kapüşonu var.O kadar Zara mağazasını gezip bulamadığımı bulmuştum sonunda.80 liradan 40 liraya düşmüştü.2 aydır ayıktım.Alışverişle sarhoş olmamıştım ama yenildim kapitalizme.Tüketime yenik düştüm ve kazağı aldım.Nefsimi terbiye etme yolculuğum 2 ayda son ermişti.Gossip Girl'ün 2. sezon finalinde Georgina'nın dediği gibi :"Well, tell Jesus the bitch is back!"

Keşke Sezen Yazsa, Ceceli Söylese...


2007'den bu yana biz dinleyicilerin hayatında yer alan Mustafa Ceceli, kısa zamanda çok sevildi. Çünkü, sesi gerçekten çok güzel - şuan ki popüler şarkıcılar gibi boş değil-, eğitimli ve bence en önemlisi duruşu çok iyi. İlk olarak ENBE orkestrasıyla birlikte "Unutamam" ile tanıdık kendisini. Bu bir Sezen Aksu şarkısıydı. Hala kulaklarımız da çınlıyor. O günlerde herkesin dilinde bu şarkı vardı. Ben de çok beğenmiştim.

Ceceli, çok şükür tek şarkıyla da kalmadı. Kendisi daha sonra Uzay Heparı'ya ithaf edilen albümde daha önce Aşkın Nur Yengi'nin de seslendirdiği "Karanfil"e yeniden hayat verdi.

Geçtiğimiz yaz "Limon Çiçekleri" single ile yeniden geldi. Ardından da 2009'un sonlarına doğru, "Mustafa Ceceli 2009" albümü geldi. İlk olarak "Hastalıkta Sağlıkta" adlı parçasıyla çıkış yaptı. Bu parça da ilk çıkış yaptığı "Unutamam" ile aynı etkiyi bıraktı dinleyicilerin üzerinde. Klibi de bir hayli güzel. Sözleri Sezen Aksu'nun sözlerini andırmıyor değil. Çok da beğendim açıkçası.

Ceceli'nin son albümünde birçok Sezen Aksu şarkısı yer alıyor. Bazılarının müzikleri de O'na ait. İkisi müthiş bir şekilde birbirlerini tamamlıyorlar bence. Sezen'in şarkıları o kadar güzel hayat buluyorlar ki Ceceli'nin sesinde. Keşke Sezen yazsa, Ceceli söylese. Buna bir örnek vereyim de öyle hava da kalmasın bari=)) "Bekle".

P.S.(Geçenlerde Kenan Erçetingöz'ün programında söyledi Ceceli, bayıldım doğrusu.)

Up In The Air


Bu tarz filmler izlemek beni üzüyor, adam cok yalnız, 'neden ama yazık' diyesim geliyor, bagrıma basmak istiyorum boyle karakterleri. Soz konusu kisi George Clooney olunca tabii insan seve seve bunu yapmak istiyor. Adam hakkaten yaslandıkca daha bir sevimli oluyor. Buna bir baska örnek gerci Brad Pitt de olabilir. Her neyse, biz kadınlar bu konuda sanırım biraz sanssızız.. Erkekler yaslandıkca daha cekici oluyorlar bu kesinlikle dogru..
Filmde, George Clooney, sirketlerin isten cıkarmak istedikleri calısanlarla konusan kisi gorevini ustleniyor. Yani, patronlar boyle isleri yapmak istemedikleri ve calısanların tepkilerinden de biraz ürktükleri icin boyle bir yola basvuruyorlar.. xx firmasını arayıp benim isten cıkarmak istedigim elemanlar var gelin diyorlar.. Clooney de burada devreye girip insanlara isten cıkarıldınız demekle yükümlü oluyor.. Bu sayede ülkenin dört bir yanını geziyor. Dogru dürüst bir ev hayatı yok, hep yalnız, ama boyle olmaktan da mutlu, sikayetci degil.. Aileyi onemsemiyor, sadece günü kurtarmaya bakıyor. Sonra tabii isler istedigi gibi gelismiyor.. Bu arada, hayatının kadınına rastladıgını düsünüyor. Beraber güzel, keyifli vakit geciriyorlar.. Kader diye bir sey var mı acaba hakkaten? Hani bir seyleri degistirmek istersin cabalarsın, ama yine dönüp dolastıgın yerde bulursun kendini. Bu bir alıskanlık mı, yoksa kader mi.. Insan sorgulamadan edemiyor. Bu filmdeki karakterimizin yasadıgı daha farklı boyutlarda gerci ama.. Hep yüzümüze gülmüyor hayat ne yazık ki. Ama egleniyoruz da bazen. Neler oluyor bana.. Iste bu yüzden bole filmler izlemekten kacmalıyım diye tembihleyip duruyorum kendimi..ama bak yine izledim iste :)) Yok ama hakkaten cok güzel bir filmdi. Izlenilmesi gereken bir film..hafızalardan silinmeyecek sahneleri var. Hayat bu.. Istedigin sekilde yasıyorsun.. Peki ama bunun ne kadarını gercekten istiyorsun veya gercekten ne istedigini biliyor musun? Birisine baglanmaktan mı korkun, yoksa alacagın sorumlulugun yükünü mü kaldıramıyorsun? Hayatı bir valizle mi kıyaslıyorsun.. Ici ne kadar bos olursa o kadar mı rahatsın, yoksa dolu dolu olması mı en güzeli? E, izleyin cevaplarını bulursunuz belki :)) Kafam cok karısık su anda, umarım sizinkini de karıstırmamısımdır eheh.

20 Ocak 2010 Çarşamba

cinsel tercihinizi öpebilir miyim?

20 Ocak 2010 Çarşamba 1

Türkiye'de eşcinsellikten bahsetmek,filmlerde hele dizilerde görmek imkansız.Üstü kapalı bazı şeyler.Aşk-ı Memnu'da Bihter ve Behlül'ün seradaki sevişme girişimleri bile olay yarattı ve penetrasyon olup olmadığı tartışıldı.Heteroseksüel sevişme dahi olay yaratıyor yani.Son olarak Ertuğrul Günay da dizinin geç saatte yayınlanması gerektiğini söylemiş.
Yıllar önce Will and Grace'de Jack Abd televizyonlarında gay öpüşmesinin gösterilmemesinden yakınmıştı.Aradan 10 yıl geçti.Artık Abd dizilerinde sıkça gay ve lezbiyen karkaterlere yer veriliyor:Ugly Betty,Desperate Housewifes,Six Feet Under,Brothers and Sisters aklıma ilk gelenler.Haliyle öpüşmelere ve yakınlaşmalara da yer veriliyor.
Fakat son olarak Abc kanalında yayınlanan "One Life to Live"adlı dizi küçük bir devrim yaparak 2,5 dakikaya yakın bir süre duygusal gay aşk sahnelerine yer vermiş.Oyunculardan biri gerçek hayatta da gay olan,Chris Evans'ın kardeşi Scott Evans.Oliver Fish adlı gay bir polisi canlandırıyor.Dizinin pembe dizi türünde bir dizi olması biraz komik tabi.
Sonuçta bir tv dizisinde gay bir karaktere yer verebilmek,dramayı ona göre yaratabilmek tercih meselesi.Türkiye'de de Kampüsistan dizisinde Mahmut adlı gay bir karaktere yer verilmiş fakat o da straightleştirilmişti.Bakalım Türkiye'de doğru dürüst çekilmiş,sağlam bir senaryoya sahip gay ve lezbiyen aşkı işleyen bir film veya dizi izleyebilecek miyiz bir gün?

19 Ocak 2010 Salı

Istanbul 2010 tanıtım filmi..

19 Ocak 2010 Salı 0
Facebook'ta demin gezinirken bu videoyu izledim. Izleyin, izletin.. Herkesle paylasın. Guzel olmus. Url'sini bulamadım. Facebook'taki linkini veriyorum o yuzden direk:
http://www.facebook.com/video/video.php?v=267199153400&ref=mf

final haftası için film önerileri


Final haftaları genelde öğrenciler kudurur.Kütüphanede saatlerce çalıştıktan sonra ya da artık kafa bişey almayacak hale geldiğinde film izlemek sınav haftalarında bayılarak yaptığım bir şeydi.Fakat kafa yormayacak,çerez şeyler izlemeli ki gevşeyebilesiniz.Mazallah benim ticari işletme hukuku sınavı öncesi yaptığım gibi İklimler'i izlerseniz sınavınız kötü geçebilir.Bu nedenle romantik komedi, geyik komedi ve gerilim filmleri bu tür zamanlarda daha iyi gider.

1)Shortbus:John Cameron Mitchell imzalı bu edepsiz komedi hiç orgazm yaşamamış bir ilişki terapistinin Shortbus adlı gece kulübüne gitmesiyle şekillenen komik olayları anlatıyor.
2)Şeytan Marka Giyer:Eskimeyen bir klasik:)Merly Streep'in müthiş oyunculuğu,Emily Blunt'ın dayanılmaz güzelliği ve Anne Hatheway'in sopalık halleri....Bir daha izleyesim geldi.
3)Nanny Diaries:Scarlett'in antipatik durmadığı nadir filmlerden.Upper East Side'da dadı olmanın halleri...
4)Amerikan Pastası:Bando Kampı:Serinin iyice muzırlaştığı filmlerden.Küçük Stiffler masum bir yaz kampını nasıl karıştırabilir?Abazan gençler ve tuvalet komedisi...
5)Vacancy:Kate Beckinsale ve Luke Wilson'ın oynadığı eli yüzü düzgün bir gerilim.Snuff filmler çekilen bir motele düşen kavgalı çift hayatta kalmaya çalışır...
6)Disturbia:"Cinayet gördüm kimse inanmıy..." minvalinde bir film.Öylesine bir seyirlik.
7)Planet Terror:Gerçek bir eğlence:patlayan kafalar,zombiler...Sırf jeneriği ve filmden önceki uydurma fragman için bile izlenir.
8)Borat:Final haftalarının favorilerinden.Borat'ın Pamela Anderson sevgisi ve Amerika deneyimleri gülmekten yerlere yatırıyor.

Tamam bu kadar yeter.Ders çalışmayı da ihmal etmeyin final haftalarında:)

P.S.Bu gönderiyi E. Kangal'a ithaf ediyorum.

Ortaya karısık(bugünlük sectigim birkac sarkı)

*Huzur icin:
>Carla Bruni-Quequ'un M'a Dit
>Kings of Convenience-Me in You
*Biraz da eglenmek icin:
>The Black Eyed Peas-Meet Me Halfway
>David Tavare ft. ruth -Call Me Baby

Mimobot

Ahmet'cigimle Armada'daki Karınca magazasını gezerken (Starbucks'ın hemencecik yanıbasında) Mimobot'un degisik tasarımlara sahip usb flash driverlar'ını gördük. Zaten o magazada marjinal ürünler bolca mevcut, ama ben bu mimobotları daha cok begendim. Tasarımını güzel ve yaratıcı buldugum ürün ne varsa sizlerle paylasmaya calısıyorum, bunu da paylasayım dedim. Orada cok cesit yoktu gerci ama gittigidiyor.com'da bulmak mumkun..Hello Kitty'den Star Wars'a kadar bir sürü cesidi var. Bakmak isterseniz: http://www.mimoco.com/shop/


Persepolis


Yeni yeni sehirlerarası otobuslerde, her koltukta dokunmatik kucuk ekranlarda film, muzik, usb girisi, tv kanalları gibi..istedigin secenegi sunan, yolculukları biraz daha cekilir kılan teknolojiler mevcut. Internet fln o tarz seylerden cok faydalanamıyorum otobuslerde, ama sagolsun bu filmler cok isime yaradı. Ben inatla siyah-beyaz karakalem cizim diye, onca insanın guzel diye ovmesine karsın, Persepolis filmini izlememistim. Kısmet bu guneymis (tamam kabul ediyorum, izlemekte biraz gec kaldım). Bayıldım filme. Hic sıkılmadan bir bucuk saat keyifle izledim. Iranlı bir kızın kucuklugunden baslayarak Paris'e gelisine kadar uzanan hikayesini anlatıyor. O zamanlarda Tahran modernken birdenbire bu siyah carsaflarla dayatılan rejimin nasıl ortaya cıktıgını..bir kisinin gozunden yasadıklarına dayanarak; ırkcılıgı, yasadıgımız hayatı, günümüz Türkiye'si nereye gidicek acaba diye soru isaretleri de bırakarak insana düsündürttürüyor. Irak-Iran savasının nedenlerini, batılının dayatmalarını cok guzel bir sekilde elestirerek anlatmıs aslında. Film baslarken, Atatürk'ün cumhuriyet rejimini kurmasıyla Türkiye refaha kavustu, biz de örnek almalıyız diyor.. ama Iran'ın kaderi baska bir yönde ilerliyor ne yazık ki. Sukretmemiz gereken cok sey var aslında. Her neyse, bu güzel filmin ikinci versiyonun da yakında cekilmesi planlanıyormus. Eminim ilki kadar keyif verecektir.

18 Ocak 2010 Pazartesi

2010 Avrupa Kültür Baskenti: Istanbul

18 Ocak 2010 Pazartesi 0


Bu sene Istanbul'la birlikte, Macaristan'ın Pecs ve Almanya'nın Essen sehirleri de kültür baskenti. Dört yıl zaman gecmesine karsın projelerdeki karısıklıklar, istifalar, paralar nereye gitti soruları konusuladursun.. gecenlerde 7 tepe Istanbul'un 7 ayrı noktasında konser ve ates gösterileri sergilendi. Iclerinde; Kırac, Mehter takımı, Mercan Dede, Nil, Mor ve Otesi, Tarkan'ın verdigi konserler beklenen ilgiyi gördü ve olaganustu bir güvenlik saglanarak istenilse güzel kutlamalara ev sahipligi yapabilecegini kanitlamis oldu. Ben konser gününden önce Taksim'deydim. Sadece hazirlik asamalarini gördüm. Ertesi gün de Dolmabahce Sarayı'nın önünden gectim. O kadar güzel isiklandirmislardi ki bi 10 dk önünde bekleyip izledim. Ne yazik ki geceyarisina kadar acik olacak dedikleri müzelerin cogu 9 gibi kapanmisti.
Bu dört yıllık süreç icerisinde aslinda bircok güzel proje ortaya cikti, yapilip yapilmayacagi hala kesin degil ama bir göz atmak isterseniz kisaca birkac projeden bahsedecegim. (Newsweek dergisinden okudugum projeler bunlar)
-Atatürk Kültür Merkezi: Yıkılıp yeni bir AKM yapmaya karar verildi ama bu dusunce bu sene icin durduruldu.
-Ayazaga Kültür Merkezi: Istanbul Kültür ve Sanat Vakfı'nın yıllardır cürümeye terkedilmis projesinin AKM katkısıyla tamamlanacagi söylendi. Ama bu sene icinde yetismesi zor gözüken projeler arasinda.
-Leonardo Da Vinci Köprüsü: Üstadın bes asir once yaptıgı cizimleri uzerinden Halic'e yapilacak köprünün 2010'un simgesi olacagi soylendi. Belediye yapacak denildi. Henuz ses yok. Bu arada benim en ilgimi ceken proje bu olmustu okuyunca. Yapılırsa gercekten cok güzel olacagini düsünüyorum.
-Tarlabasi ve Sulukule'de Kentsel Yenileme: Bununla ilgili de henuz bir ses yok.
-Bizans Surları: UNESCO'nun tepesini arttıran ve Istanbul'u dünya mirası listesinden cıkarmanın esigine götüren skandal yenilemelere son verildi. 2010 Ajansı simdi AB normlarına uygun bir yenileme uygulaması gelistirmeye calısıyor.
-Topkapı Siber Müzesi: Rusya'daki ünlü Hermitage Müzesi'ndekine benzer sekilde Topkapı Sarayı'nın da bilgisayar ortamına tasinacagi ve bir baska projede, müzede dijital hologramlı tanıtım yapılacagı soylendi. Programda yok.
-Zaman Kapsülünde Istanbul Tarihi: Bir zaman kapsülü icinde Istanbul tarihinde seyahate cıkılacak. Süleymaniye'den Fener Patrikhanesi'ne kadar Istanbul'un cok kültürlülügü sergilenecek denmisti. Rafa kaldırıldı.
-Istanbul Dreams: Anadolu Atesi'nin yönetmeni Mustafa Erdogan'ın, uluslararası dans projesi "Istanbul Dreams" icin Ajans'la 2 milyon dolarlık protokol imzalandıgı söylenmisti. Programda yok.
-Yenikapı Müzesi: Marmaray kazılarında ortaya cıkan 8 bin yıllık gemi kalıntılarını sergilemek icin özel müze kurulmasi düsünülüyordu. Kazilar uzadigi icin kayiklarin ustten görünebilecegi bir 'seyir terası' insa edilmesi ile yetinildi.
Son olarak soyle bir not dusecegim.. Projelerdeki fikirler cok güzel, emek harcandigi da belli, ama yine sanki her seyi son dakikaya birakmisiz gibi bir izlenim birakmiyor da degil tum bunlar. Gerci, Avrupa kentleri arasında en az ekonomik guc sahibi olan kent Istanbul oldugu icin cok masraflı islerin altından rahatlıkla kalkamayacagiz, diger Avrupa kentleri kadar gösterisli seyler yapamayabiliriz, ama elimizde var olan yapılarımızı ve degerlerimizi en iyi sekilde sergileyebilirsek bu isin altından kalkabiliriz gibi. Sanırım bütün bunları(basarılı olup olmadıgını, eksiklikleri vs..) ancak 2010 yılı bittiginde konusabilecegiz.

17 Ocak 2010 Pazar

yarım kalanlar

17 Ocak 2010 Pazar 0

Kendimi bildim bileli kitap okumayı seviyorum.Okuyacak bir kitabım olmadığı zaman kendimi boşlukta hissediyorum ve sürekli bir kitap alma isteğim var.Çoğu zaman güzel tercihler yapıyorum ama bazen de evdeki hesap çarşıya uymuyor.Bir kitabı yarım bırakmaktan bahsediyorum.Okuduğunuz gerçekten çöpse bu pek mühim değil.Ama binbir tavsiyeyle, seveceğinizi düşünerek başladığınız kitaplarla uyuşamayıp yarım bırakmak kötü oluyor.İşte hatırıma gelen bazı acı eksperiyanslarım şunlar:

1)Dalgalar: Mrs. Woolf'a saygım sonsuz.Ancak tamamen bilinç akışı şeklinde yazılmış bu kitap Oya Dalgıç'ın öztürkçe çevirisiyle daha bir tahammülfersa gelmişti bana.Uykusuzluk çekenlere tavsiye edilir.
2)Beni Asla Bırakma: Kazuo Ishiguro'nun bu kitabını niyeyse sevemedim.Ne oluyo bitiyo derken yarım bıraktım.Sonrasında arkadaşım sonunu söyleyince vay canına,keşke okusaydım dedim ama artık çok geçti.
3)Fransız Teğmenin Kadını: Başka bir usta John Fowles'un bu kitabını üslubu yüzünden okuyamadım bir türlü.Orkan Pamuk'un pek beğendiği bu aşk hikayesi nasıl bir şey bilemiyorum,çünkü aşk gelişemeden ben limanı terk etmiştim maalesef.
4)Beyaz Gürültü: Don DeLillo'nun 80lerde geçen bu kitabı alışveriş merkezleri, televizyon,toksik atıklar ve modern Amerikan ailesinin gündelik hayatı hakkında. Epey de ilerlemiştim halbuki...
5)Denizci: Fassbinder'in sinemaya uyarladığı Jean Genet imzalı bu yeraltı edebiyatı örneğinde birkaç sayfadan öteye geçemedim.
6)Sudan Adam: John Irving bu kitabı niye yazmış daha doğrusu bunu nasıl yayınlatmayı başarmış anlamadım doğrusu.
7)Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı: Bir diğer insomnia ilacı da bu.Halbuki kütüphanede görünce çok sevinmiştim.Nereye gidiyordu o motosikletliler,işin felsefe kısmı neydi?Aklımda kalmamış bile.
8)Maya: Jostein Gaarder'i sadece Sofie'nin Dünyası'yla hatırlamak istiyorum.
9)Glamorama:Karakterlerinin über aptallığına,tasarımcı ve celebrity detaylarına fazla dayanamadım.Mr.Ellis 2010 yılındayız artık ve her şey daha fena,geçin şu 90ları artık.
10)Dördün Kuralı:İki kişi kitap yazmışsa kaçacaksın zaten.Aklımda tek kalan Blair Waldorf'un beğenmediği Princeton Ünivesitesi'nin ne havalı bir yer olduğu.

pandora yolcusu kalmasın


Ha kaçırdık ha izleyemedik derken Avatar'ı sonunda izledim.Herkesin söylediğini yineleyeceğim ama gerçekten görsel bir şölen.Sinemada bir devrim ama aynı zamanda o görselliğin görkemine sığınmayıp güzel de bir hikaye anlatıyor.Yıllar önce akademisyen ve sinema yazarı Tuna Erdem Yüzüklerin Efendisi:Yüzük Kardeşliği için "Sinema denilen icat Yüzüklerin Efendisi için yapılmıştır" demiş ve bir filme söylenebilecek en iyi yorumu yapmıştı.Şimdi Avatar'ı görünce ne dedi bilemiyorum ama bu film de aynı övgüye layık bence.
Hikaye 2154 gibi astronomik bir yılda geçiyor.Çok şükür insanoğlu emeklerinin karşılığını almış ve dünyayı mahvetmiş.Yaşanacak yer lazım.Ne tesadüf ki Pandora diye müthiş bir gezegen var ve o gezegende kilosu milyon dolarlar eden bir element.Fakat gezegende Naivi denen insan benzeri bir ırk yaşıyor.Avatar adlı bir dönüştürücü ile,gezegeni işgal eden Amerikalılar da o ırka dönüşebiliyor.Sakat asker Jake Sully de zoraki katıldığı görevde Avatarla dönüşerek Naivi halkının arasına karışıp casusluk yapıyor.Fakat insanlığının pis yüzüne dönmektense kalıp Naivilerle beraber savaşmayı tercih ediyor.Filmde müthiş efektler,masalsı yaratıklar,son teknoloji yandan pervaneli helikopterler, insanların hareketleriyle kontrol ettiği dev robotlar var.
Hikaye etkileyici çünkü bir insanın insan olmaktan vazgeçip başka bir şeye dönüşmeyi tercih etmesi,bu sayede fiziki ve ruhsal özgürlüğünü bulması çok manidar.Jake'in Naivi olduktan sonra koşma sahnesi çok güzel bu açıdan.
Amerika'nın işgalci ve yok eden savaş politikalarına eleştiri niteliğindeki bu hikaye izlenmeye değer bir sinema olayı. Sigourney Weaver,Sam Worthington, Zoe Saldana ve Michelle Rodriguez rollerinin hakkını verip bu sinema keyfini daha da artırıyorlar.Destansı hikayeyi tamamlayan güzel müzikler de cabası.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Kitap Kapakları

16 Ocak 2010 Cumartesi 3
Görünmeyen'in güzel kapağından bahsetmişken aklıma başka dikkat çekici,hoş kapaklar geldi.Sonuçta bir sürü kitabın olduğu kitapçı raflarında kapakla dikkat çekiliyor belki de çoğu zaman.Elif Şafak'ın Aşk kitabının kalp şeklindeki,yaprak röntgeni pembe kapağıyla epey konuşuldu.Hatta light bulanlar için külrengi edisyon yayınlandı.Aklıma gelen bazı güzel kitap kapakları şunlar:

1))aşk bir varmış bir yokmuş
2)iki genç kızın romanı
3)bit palas
4)safiye sultan:ya ipek urgan ya gümüş hançer
5)dünyanın sonundaki ev
6)tol
7)ayrı hayatlar
8)kukla
9)sinestezya
10)sarmaşık
11)şehrin aynaları
12)kara kitap
13)puslu kıtalar atlası
14)bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi
15)cep



Görünmeyen


Paul Auster'ın diğer hayranları gibi son kitabını ben de merakla bekledim ve hemen okudum.Seçkin Selvi'nin çevirisi hoştu.Kapaktaki resim de göz alıcıydı.Auster yine benzer temaları işliyordu ve heyecanla okunuyordu ama niçin yazarın en önemli kitabı olduğunu söylemiş bazıları anlayanadım.2009 un iyi kitaplarından biri olabilir.Anlatım tekniği olarak değişik.Kitapta farklı şahıs anlatımları kullanılmış.Kitap içinde kitap,mektuplar ve bir günlükten bölümler anlatımı oluşturuyor.Adam Walker adlı bir edebiyat öğrencisinin 1967 yılında yaşadıklarını ve tüm hayatına etki eden olayları okuyoruz.Adam'ın kız kardeşi Gywn,arkadaşı Jim,hayatını etkileyen profesör Born,Born'un kız arkadaşı Margot ve diğer iki Fransız Helene ve Cecile başkahramanlar.1967 de Newyork'ta başlayan hikaye,1968 mayısının karıştırdığı Paris'e uzanıyor ve 2007 yılında bir Karayip adasında ansızın bitiveriyor.Auster genel olarak ne amaçlamış,niye yazmış karar veremedim.Kısa ve havada kalan bir kitap olmuş Görünmeyen. Arka kapak yazısında zaten kısa olan roman bir güzel özetleniyor sağolsun.Dengesiz bir adamın (Born) mahvettiği insan hayatları olarak mı okumalı kitabı ya da yine Auster sevdiği temalar olan hayat,kader,bir anlık olaylarla değişen hayatlar,aşk,cinsellik üzerine yeni bir deneme mi yapmış? Yeni olduğu tartışılır çünkü bu kitapta Auster'ın farklı bir şey yaptığı söylenemez bence.Ne Ay Sarayı'ndaki güçlü hikaye ve felsefe var ne de Karanlıktaki Adam'da olan sert politik eleştiriler.Brooklyn Çılgınlıkları'nda anlattığı coşkulu ve herkesin bir şekilde mutlu olup hayatı güzelleştirdiği kitabında okurunu şaşırtmayı başarmış fakat sona eklediği 11 eylül değinmesiyle Auster üslubunu korumuştu.Görünmeyen'de de özellikle Cecile son bölümde adadaki zor şartlar altında çalışan siyahileri görüp Avrupa'nın emperyalist geçmişinden utanıyor,bir kaç yerde de 11 Eylül'ün bahsi geçiyor.Ama onun dışında kitapta ablasına aşık bibliyofil bir adamın hezeyanları ve Rudolf Born karakterinin tuhaf sayıklamaları dışında pek bir şey göremedim.Üzgünüm Bay Auster.

14 Ocak 2010 Perşembe

Cenker

14 Ocak 2010 Perşembe 2

Myspace'de yeni buldugum gruplari incelemeye koyulmusken, Cenker 'in soft rock tarzı 'vesaire vesaire' adlı solo albumunu, dinlemem icin beni eklemesi sonucu tanıdım. Dinlememde kapak resminin de etkisi oldu sanırım.. Cok güzel bir tasarım olmus demeden gecemeyecegim:) Vokalinin, hangi sarkiyi soylese yakisacak bir sesi var, dinlemekten keyif alıyor insan. Begendim tarzini, sarkilarina bir göz atmakta fayda var.
Eksisozluk'te de detaylı bilgi vermisler hakkında: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=cenker


 
◄Design by Pocket