28 Aralık 2010 Salı

Sonu Geldi Nihayet...

28 Aralık 2010 Salı 2

Reşat Nuri'nin aynı adlı eserinden çarpıtılan dizimiz, nihayet yarın ekranlara veda ediyor. Üniversiteye başladığım başlamıştı. Son iki yıldır, bu yıl bitecek diyen senarist teyzeler, her seferinde daha da uzattılar. Romanı daha fazla çarpıtamayacaklarını da 5. yıl da anladılar. Bıravaaaa:D Ece ve Melek teyzelerin yazdığı en uzun soluklu dizi oldu.(Teyzeler, romanı tekrar yazsalar, heralde bir kütüphane dolusu kitap çıkarırlardı.) Teyzelere de zaman zaman imrenmedim değil, çünkü o kadar entrikalı senaryolar yazdılar ki, hem korktum hem sevdim. Onların bu acılı senaryoları yüzünden sıradan diziler biz izleyicileri açmaz oldu. Son 3 bölüm haricinde sadece birkaç bölümü tam izlemişimdir- o da annem sayesinde- bölüm sonlarında dünya böyleyse ölmek istiyorum diye kendimden geçtim. Dudaktan Kalbe, Aşk-ı Memnu, Samanyolu vs. diziler teyzelerimizin elinden çıktı. Ay Yapım da sağolsun onlar ne yazsa hemen çekti.
5. sezonun sonunda tek sağ çıkan küçük kız Ayşe olacak herhalde. Ondan da hala şüphlerim var. Son bölümde bi sürpriz yapcakmış gibi. O evde büyüyen bir çocuk nasıl normal - o evin standartlarına göre- kaldı, anlamadım. Ali Rıza'nın anıtsal konuşmaları bile etkilemedi o kızı. Ali Rıza bile dayanamadı kendine felç oldu.
Ekranlarda ki bir dev daha sona eriyor, ama ersin artık. Ağaçtaki her yaprak için ayrı bir bölüm çektiler. Sıkıldık. Yani bu kadar acıyla da yaşanmazz...
Neyse çok dalga geçtim diziyle. Bakalım yarın nasıl bir son gelcek. Bekleyelim ve görelim...:)) Meraklılarına iyi seyirler.

17 Aralık 2010 Cuma

Turist...

17 Aralık 2010 Cuma 4
Türkiye'de gazetelerde çokça yer alan bir film, Turist. Neden haber oldu; çünkü Acun, Angelina Jolie ve Johnny Depp ile röportaj yaptı. Ama henüz filmin nasıl olduğunu bilen yoktu sanırım o sıralar. Nitekim pekte öyle haber olacak bir film değil. Sıradan, eğlencelik bir film.
Filmin büyük bölümü Venedik'te geçiyor. Bu tarz filmler, İtalyan turizmini büyük ölçüde etkiliyor bence. Çünkü Venedik harika görünüyor yine, tüm filmlerde olduğu gibi. Bu, filmi izlenir kılan etkenlerden birisi. İkincisi , erkeklerin hayran olduğu Angelina Jolie- ki tam bir zerafet abidesi, tanrıça olmuş filmde- ; diğeri de kızların hayran olduğu Johnny Depp. Üçüncüsü ise müzikleri çok güzeldi. Yerli yerine oturmuşlardı. Ama bunlar ancak konunun sıradanlığını birazcık yukarı çekip, biraz daha ilgi çekici yapmıştı. Yine de sonunu tahmin edebildiğiniz bir film.
Bu kadar yerdikten sonra, Angelina Jolie'nin kıyafetlerinin çok güzel olduğunu ve çok güzel taşıdığını da belirtmek isterim. Son sahnede boynundaki taşlı tasma, elbisesi ve saçı çok güzel olmuştu.

14 Aralık 2010 Salı

Tam Bana Göre...

14 Aralık 2010 Salı 0
Benim gibi tarih delisi birisine iyi gidecek bir dizi geliyor yakında. 5 Ocak günü Show TV'de başlayacak olan, Muhteşem Yüzyıl ~Aşk-ı Derun~ beni heyecanlandırıyor. Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem aşkı bu sefer Meral Okay'ın kaleminden, Taylan kardeşlerin kamerasından ekranlara gelecek.
Kanuni'yi Halit Ergenç canlandıracak. Yakışacak bence. Valide Sultan da tabi ki Nebahat Çehre olacak. Aşk-ı Memnu'dan entriklara alışık olan Nebahat Çehre, oyuncu kimliği ile bu entrikaları saraya taşıyacak.
Hürrem'i canlandıracak oyuncuyu bulmakta zorlanan ekip, sonunda onu da bulup kadrolarını tamamlamışlar.
Ne olursa olsun, Gülben Ergen'in oynadığı, Hürrem Sultan'dan iyi olacağı aşikar...
Beklemediyiz efendim, hem de heyecanla...

13 Aralık 2010 Pazartesi

Av Mevsimi...

13 Aralık 2010 Pazartesi 0
Fragmanını ilk kez izlediğimden beri heyecanla beklediğim bir filmdi. Sonunda kavuştum geçtiğimiz günlerde. 3 saat süren bir heyecandı benim için. Heyecanım bir an bile düşmedi. Baya kalabalık bir grupla gittik. Herkes benim gibi düşünmedi tabi ki. Ama ben gerçekten büyük hayranlıkla izledim. Herşeyden önce Şener Şen gibi bir usta, yeniden Yavuz Turgul'un kamerasında, bu çok önemli. Diğer oyunculara gelecek olursak, Çetin Tekindor tartışılmaz; Okan Yalabık ve Melisa Sözen gençliklerini çeşitli dizilerde ve diğer projelerde geçirmiş, gençlikten çıkmış yetenekler; Cem Yılmaz'a gelince, kendisi daha önce birçok projeye imza attı, birçoğunda da yer aldı ve başarılı oldu. Türkiye'nin en sevilen simalarından. Ben başta bu kadroda ismini duyunca "Nasıl olacak acaba?" diye düşünürken, filmi izleyince tüm bu sorular, endişeler silinip gitti kafamdan. Tek kelimeyle o da harikaydı.
Filmin görüntü kalitesi, seçilen sahneler, müzikler çok güzel. Son dönemde atağa kalkan Türk sinemasına güzel bir örnek daha katıldı.
Film etkileyici birçok sahnesi var ama hepsini saymayacağım. Filmin havası kaçar. Ama bir sahne var ki günlerdir Facebook'ta insanlar paylaşıyorlar. O da Cem Yılmaz'ın şarkı söylediği sahne. Herkes çok beğenmiş. Şarkının adı "Hayde"; orjinal halini Kazım Koyuncu da seslendirmiş. Ama Cem Yılmaz'ın sesinden daha fıkır fıkır olmuş. Ben de beğendim.
Başta da belirttiğim gibi, ben çok beğendim. Ama bir çok arkadaşımdan da film çok kötüydü diye yorumlar duydum. O halde herkes izleyip kendi karar vermeli. İzlemeyenlere iyi seyirler şimdiden...

1 Aralık 2010 Çarşamba

Yeni Çıktı...

1 Aralık 2010 Çarşamba 2
Elif Şafak'ın beklenen kitabı "Firarperest" sonunda raflarda. Henüz okuyamadım. Şöyle bir göz attım. Başta kapağı çok güzel olmuş. Çok davetkar, "Gel beni oku!!!" diye çağırıyor resmen. Resim ve tasarım etkileyici. İçerisine baktığımda da M. Kutlukhan Perker'in çizimlerinin süslediğini gördüm. Çok güzel. Herkes okusun o halde:))
İyi okumalar...

Due Date...

26 Kasım'da ülkemizde vizyona "Git Başımdan" adıyla vizyona giren "Due Date"'in başrollerinde Robert Downey JR. ve Zach Galifianakis oynuyor. Yönetmen koltuğunda ise, daha önce "The Hangover"dan tanıdığımız, Todd Philips var. Film, yine "The Hangover" tadında zaten. Bir dizi aksilikler üzerine kurulu. Fakat bu aksilikler bir süre sonra komik bir hal alıyor ve sizi birazcık eğlendiriyor. Bu aksilikler, tesadüfen yol arkadaşı olmak zorunda kalan bir mimar ve Hollywood'da oyunculuk hayali kuran bir oyuncunun başından geçiyor.
Mimarımız Peter, çocuğunun doğumuna yetişmek istemektedir. Fakat, uçakta başına olaylar gelir ve tutuklanır. Uçamaz Listesi'ne girer. Araba kiralamak zorundadır, cüzdanını bulamaz. Mecburen kaçık oyuncu Ethan'a katılır. Yolda başlarına gelenleri artık siz izleyin.
"The Hangover" kadar komik olmasa da, güzel bir film. Sizi eğlendirecek. Neden sürekli "The Hangover"'la karşılaştırıyorum diye merak ederseniz iki filmin de yönetmeni aynı. Dolayısıyla ikisi arasında bir karşılaştırma yapabilirsiniz siz de.
Herkese iyi seyirler şimdiden...

29 Kasım 2010 Pazartesi

Cariyenin Kızı: Mihrimah...

29 Kasım 2010 Pazartesi 0

Daha önce sizlere, buradan, Demet Altınyekelioğlu'nun Cariyenin Kızı: Mihrimah adlı romanın çıktığını ve henüz okuduğumu duyurmuştum. Kitabı bitireli çok oldu. Fakat yazmaya bir türlü fırsat bulamadım. Şimdi birden aklıma geldi. Oturup sizinle bu romanı paylaşmak istedim.
Kitabımız, Kanuni Sultan Süleyman'ın biricik kızı Mihrimah Sultan'ı anlatıyor. Dönemin en güçlü hükümdarlarından birinin kızı olarak dünyaya gelmek öyle kolay birşey değil tabi. Herşeyden öte, sarayda yaşadığı çocukluk dönemi bile normal bir çocuk gibi geçmiyor. Çünkü o sıradan bir çocuk değil, üç kıtaya hükmeden bir imparatorun ve aklı, güzelliğiyle herkesi etkileyen bir kadının kızı. Hürrem kadar güzel olduğu söylentileri var. Kitap boyunca, buğday sarısı saçları ve deniz mavisi gözlerine vurgu yapılıyor.
Büyüyüp, çocukluktan çıkınca annesi, artık onun da kendisi yararına çalışabileceğini düşünür. Annesi ile birlikte entrikalar çevirirler. Yapacağı evliliği, Al-i Osman'ın geleceği için yapar. Aşık olduğu ilk adam-bir denizci- ölür. Mimar Sinan, kendisine deli gibi aşıktır. Onun adına çeşmeler, camiler diker. Mihrimah, bu aşkı çok sonra farkeder. Ama o sırada zaten bitli Rüstem'le evlidir. Çocukları vardır. Kardeşleri ölür, annesi ölür, babası ölür; kardeşleri taht kavgasına tutuşur. Başta yenilen kardeşi Beyazıt'ın yanındadır. Selim onu yenince, Selim'in eşi - Mihrimah'ın eski arkadaşı- Nurbanu, onu korur. Onca mutlulukla beraber acılar çeker, Mihrimah.
Kitabın kurgusu daha önce Moskof Cariye: Hürrem'deki kurgu gibi çok güzel. Olaylar birbirine çok güzel bağlanmış. Kitabın kurgusu içerisinde bir süre önce Facebook'ta dolaşan Matematik Harikası başlıklı hikaye; Mimar Sinan'ın, Mihrimah Sultan için yaptığı yapılardaki küçük sırlarda iliştirilmiş. Çok hoşuma gitti doğrusu. Ama hoşuma gitmeyen birşey var o da kitabın kapağı. Bence, çok da hoş değil, Olsun o kadar kusur, kadı kızında da olur...
Meraklılarına iyi okumalar.
PS: Gecikme için kusura bakmayın.

19 Kasım 2010 Cuma

Harry Potter ve Ölüm Yadigarları ~Bölüm 1~

19 Kasım 2010 Cuma 5

İki gündür gitmek için çeşitli yollara başvurdum. Fakat bugün ancak yer bulabildim. Kendi çapımda bir Harry Potter manyağı olarak, bu filme de bir an önce gitmek istedim. Şimdiye kadar izlediğim, roman uyarlaması olarak, en iyi film serisi bence.( Yüzüklerin Efendisi serisini
okumadım. Onu tenzih ediyorum. Filmler çok iyiydi, ama kitaba bağlı kalınmış mıydı, bilmiyorum.)
Film, biz -Harry Potter meraklılarını- uzun süre bekletti. Sonra, aniden
fragman yayınlandı. İzleyen herkes çok heyecanlandı. Derken serinin son filminin iki parça olarak vizyona gireceği yayıldı. "Demek ki baya ayrıntılı çekecekler!!!", dedik hep beraber...
Serinin son filminin, 2 saat içerisinde bitmemesi beni açıkçası biraz sevindirdi. Çünkü son film olduğundan bir sefer de bitse, filmin oluşturduğu bu atmosfer çok kısa soluklu olacaktı. Devamını heyecanla bekleyeceğiz.
Kitapların hepsini ezberlememe karşın yine de uyarlama çok iyi olduğundan izlemekten zevk alıyorum. Bu bölümde artık bir şeyler çözülmeye başlayacak. Ama yayınlanan bölümde, kitabı okumayıp, olayın akışına yabancı olanlar için, bazı anlar hava da asılı kaldı. Onlar için üzgünüm:)) Salonda bazı an
larda "Harry, neden böyle yaptı??" diye soran sesler duymadım değil.am ortada kestiler, 1. Bölümü. Voldemort, mürver asayı eline aldı ve orada bitti.
Filmin hemen her sahnesini heyecanla izledim. Sadece bir sahnede üzüldüm; - bu ayrıntıyı söylemekte bir mahsur yok, ki kitabı okuyanlar biliyorlardır- Harry'nin sağdık dostu cin Dobby, uyuz
Belatrix Lestrange'in fırlattığı bir bıçakla hayatını kaybetti.
Filmin görüntüleri, efektleri ve müzikleri gayet güzeldi. İki buçuk saat süren film, gayet akıcı. Henüz izlemediyseniz, şiddetle tavsiye ediyorum. İzleyecek olanlara şimdiden iyi seyirler...

14 Kasım 2010 Pazar

Sıla İle Yeniden...

14 Kasım 2010 Pazar 0
Sıla'nın İmza albümünden sıkılmaya başlamıştım ki ( tahminimce diğer dinleyiciler de sıkılmaya başlamışlardır) , yeni single - Acısa da Öldürmez-. Çok beğendim. Sıla'dan ihtiyacım olan taze kanı aldım, sabah akşam dinliyorum. Müziği duyunca işte Sıla diyorum. Sözleri de çok güzel*. Dinleyin, dinletin:)) Herkese iyi dinlemeler...




*Bir bir aklımda söylediklerin

İşe yaramaz bu bildiklerim

Hatırlamak laneti aklımın
Acımaz anlatsam hadi buyrun

Ben birine aşık o bana vurgun
Soranların kuzey yıldızıydık
Beraber de yapamadık
Kendi dünyamızın yalnızıydık

Anlayınca çok geç oldu
Mahvolduk kahrolduk
Sonra döndük dedik ki
Acısa da öldürmez

Cehenneme döndürmez
Hayatını söndürmez
Gideni de döndürmez artık

18 Ekim 2010 Pazartesi

Mahpeyker: Kösem Sultan...

18 Ekim 2010 Pazartesi 2

Son birkaç yıldır yapılmalı dediğim türden bir film nihayet geçen cuma vizyona girdi. Mahpeyker: Kösem Sultan. Bugün henüz izleyebildim. Sinemanın yolunu tutmadan önce daha önce pek sık yapmadığım bir şeyi yapıp film hakkında ki yorumları okudum. Okuduğum yorumlar pek parlak değildi. Genelde daha önce çekilen yabancı tarih filmleriyle
karşılaştırılmış ve düşük puanlar verilmişti.
Bunların başında Hint asıllı yönetmen Shekhar Kapur'un çektiği 1998 yapımı Elizabeth ve 2007'de vizyona giren Elizabeth: The Golden Age geliyor. Bu karşılaştırmayı yapıp Mahpeyker'i beğenmeyen yorumların içinde, çok beğenip yüksek puanlar verenler de vardı. Ben de filmi izledikten sonra, bu az sayıda ki beğenenlerden birisi olmaya karar verdim. Bence
dönemin harem hayatı çok iyi yansıtılmıştı. Bu döneme ait
birçok kitap okudum, çeşitli - basit- filmler izledim. Şuana kadar yapılanların en iyisi olduğuna karar verdim ve bence yabancı yapımların karşısında da durabilecek bir film.
Okuduğum bazı eleştirilerde, filmin yeterince etkileyici olmadığından yakınıyorlardı. Bu bence izleyicinin dönem
hakkında ki bilgisinin yetersizliğinden kaynaklanıyor. Çünkü Kösem Sultan'ın sarayda
etkili olduğu dönem o kadar çok kişi etkin ki, bunları bilmeden filmin anlaşılması zor biraz. Çünkü bu kadar teferruatlı bir dönem 2 saatte ancak bu kadar anlatılabilir.
Filmin başrollerinde; usta oyuncu Selda Alkor -Kösem Sultan'ın yaşlılığını canlandırıyor-, genç oyuncular, Damla Sönmez ve Gökhan Mumcu yer alıyorlar. Filmin konusuna gelince, saraya gelen Emine'yi (Kösem Sultan) gören I. Ahmet, görür görmez vurulur ve ona Mahpeyker adını verir. Mahpeyker'in sarayda kalmasını emreder ve hemen nikah kıyar. Fakat nikahlandıklarını hemen duyurmazlar. Çünkü o zaman hayatta olan Büyük Valide Sultan Safiye ve Valide Sultan Handan sultanlar, Mahpeyker'i istemezler ve Mahpeyker'in harem eğitiminden geçmesi gerektiğini bahane ederek onu padişahtan uzaklaştırırlar. Bu sırada II. (Genç) Osman'ın annesi olan Mahfiruz'u padişahın gözdesi yapmaya çalışırlar. Fakat, padişah kendisini oyaladıklarını anlayınce, Büyük Valide Sultan, Safiye'yi olandan bitenden sorumlu tutarak, onu eski saraya sürer. Derken birbirlerine kavuşan Ahmet ve Mahpeyker, zaman geçer çocukları olur ve Sultan I. Ahmet aniden ölür. Mahpeyker artık yalnızdır ve iktidar
hırsıyla eski saf halinden çok uzaklaşır ve artık gözünü tamamen iktidar hırsı bürür. Bunun için kendi oğlunu dahi öldürtür.
Olayın sonunu hepimiz biliyoruz. Sarayda geliniyle iktidar kavgasına tutuşan Kösem Sultan, bir gece dairesinde ölü bulunur.
Döneminin en önemli şahsı olan Kösem Sultan, o dönem de çok zor olan bir şeyi yapmış, Osmanlı'yı 10 yıl boyunca oğlunun adına bilfiil yönetmiştir. Bu ilk ve sondur. Diğer sultanlar da yönetimi etkilemişlerdir, fakat aleni olarak yönetememişlerdir.
Müziklerine de değinmeden edemeyeceğim. Can Atilla tadında olan müzkler de gayet başarılılardı bence.
Tarih meraklılarına kesinlikle tavsiye ediyorum. İzlemek isteyen herkese şimdiden iyi seyirler...

~Carmen~

Geçtiğimiz yaz gittiğim Madrid'de, "Buraya kadar gelmişken, bir flamenko izlemeliyiz!!!" dedik arkadaşlarla. Özellikle yerel bir gösteri aradık. Bunun için birkaç flamenko bar gezdik, fakat kendilerinin sabit bir yeri yokmuş. Gezicilermiş. Bulamadık bizde. Tam vazgeçmişken, birde baktık dünyaca ünlü "Carmen" balesi Madrid'e sahnelenmeye başladı. Fırsat bu fırsat -hem dünayca ünlü bir baleyi izlemiş olacağız, hem de profesyonel dansçılardan flamenko izleyeceğiz- dedik ve hemen biletlerimiz aldık. Gösterinin yapıldığı salon çok güzeldi. Yüksek tavanlı ve kubbeli, balkonlu, altın varaklı, kırmızı kadife perdeli bir salondu. Tarih filmlerinden bir sahnenin içindeymişim gibi geldi bir süre. Salonun o etkileyici havasından kurtulmam çok uzun sürmedi. Çünkü çok sürmeden Carmen sahneye çıkmıştı. İspanyol kadınların yerel kıyafetleri içerisinde, başında gülü, omzunda şalı ve kat kat elbisesiyle.
Gösteri, Carmen'in kendisine aşık ettiği erkeklerin, Carmen'i görünce nasıl başlarının döndüğünü, Carmen ne isterse yaptıklarını ve en sonunda Carmen'e ilk aşık olan askerin Carmen'i öldürmesini perde perde ele alıyor.Balerinlerin hep beraber sahneye çıkıp ellerinde kastanyetlerini tıkırdatarak, dans etmeleri beni benden aldı. Çok güzeldi. Beni etkileyen sahne sadece bubnunla da sınırlı değil. Carmen ve diğer kadınlar arasında geçen atışmalar, ve en sonunda tutuştukları kavga gerçekten çok güzel oturtulmuştu sahneye. Carmen, deyim yerindeyse çok arsız bir kadın:)) Kavganın sonunda, dövdüğü kadını saçlarından tutup yerde sürükleyip, ardından da yüzüne falçatayı çekti.
Bu etkileyici ve komik unsurlarla bezeli gösteriyi herhangi bir yerde yakalarsanız izlemenizi tavsiye ederim. Hemen hemen bütün dünyanın bildiği İspanyol geleneklerinden parçalar bulacaksınız ve eminim ki siz de çok sevecek ve etkileneceksiniz.

3 Ekim 2010 Pazar

The American...

3 Ekim 2010 Pazar 0
Ülkemizde, Centilmen adıyla vizyona giren, The American'ın başrolünde George Clooney yer alıyor. Bir kitap uyarlaması olan film, bir kiralık katilin hayatının son çeyreğini anlatmakta. Sinema salonunun yolunu tuttuğumuzda, izlemek için gayet heyecanlıyken, filmin ilk 20 dakikasından sonra heyecanım anında buharlaştı. İlk yarısı gayet durgun, hoş ikinci yarısında da son sahnelerden başka hareket yoktu. Sözün özü, izlediğim fragmandan sonra beni hüsrana uğrattı. Fragmandan etkilenmiştim oysa ki.
Olay, İtalya'da küçük bir kasaba da geçmekte. Klasik bir Türk filmi kıvamında ki filmimizde, katilimiz kendi başına evde torna yapabilen (hiçbir alet edevat olmadan yapıyor bunları; kendi bulduğu saçma aletlerle daha doğrusu), utanmasa seri üretim silah yapabilecek bir kiralık katil; bu kasabada bir hayat kadınına aşık olur. Tam hayatlarını değiştirmeye karar verirler, adam artık bu işi bırakıp elindeki kanı temizleyecektir, kadın ise namuslu namuslu pembe panjurlu evinde oturup kocasını bekleyecektir. Fakat hain kader buna izin vermez, katilimiz ölür. Filmin sonunu söylemekte sakınca görmüyorum. Çünkü bu bir ilk değil alıştık artık bu sonlara. Alışmayanlar da alışsınlar artık.
Filmde ki tek ayrıntı, katilimizin sırtında ki kelebek dövmesi ve kelebeklere olan ilgisi ve bilgisi. Katilimiz öldüğünde bulunduğu yerden bir adet kelebek yükselir. Olur da neymiş bu diye izlemeye karar verirseniz tek ve en önemli ayrıntıyı görünüz lütfen.
Herkese izlerken bol bol sabır diliyorum...

28 Eylül 2010 Salı

SONG TO SONG..just listen!

28 Eylül 2010 Salı 0

Graffiti6 - Stare Into the Sun
.....I'm gonna swim in seas of green, I tell you I'm gonna run like I'm seventeen, forever I see a rainbow, purple and gold, but it's covered.








Sia - Breathe Me
....Help, I have done it again/I have been here many times before/Hurt myself again today/And, the worst part is there's no-one else to blame








Massive Attack - Psyche
..I was the car still running/And when you call i'll be your shield for life/And if you feel it you will fly/The sun should have been with me/When I was set to fall in/As I was set to fall in.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Artemis'ten İki Taze Kitap:))

18 Eylül 2010 Cumartesi 0

Uzun zaman aradan sonra tekrar merhabalar:)) Sezona iki yeni kitabın çıktığı haberini vererek başlıyorum. Her ikisi de Artemis Yayınları'ndan çıktı.
İlk kitabımız, kendisine yerli Philippa Gregory dediğim ve Philippa Gregory'nin kitaplarını dilimize çeviren Demet Altınyeleklioğlu'nun kaleminden çıktı. İlk kitabı Moskof Cariye: Hürrem'in ardından tek hanedan ailemiz, Osmanoğulları'ndan bir kadınla devam ediyor. Kanuni ve Hürrem'in tek kızları olan Mihrimah Sultan'ı anlatan romanın adı Cariyenin Kızı: Mihrimah. Dönemin olaylarına yön veren hanedan kanı taşıyan kadınlardan birisi olan Mihrimah Sultan ve onun gözünden saray hayatı anlatılıyor. Kitabı henüz aldım. Ama çok hızlı okunuyor. Yine güzel bir anlatıma sahip. Tavsiye ederim. Bu arada Valide Sultan: Nurbanu da yakında geliyormuş haberiniz olsun.
İkinci kitap, birçok ülkede ve ülkemizde çok satan ve ilgi gören Boleyn Kızı'nın yazarı Philippa Gregory'den. Beyaz Kraliçe. Tudor hanedanını seri haline getiren yazar, bu hanedanın Kraliçe Elizabeth'le sona ermesinin ardından, kalemini Tudorlardan önceki Plantagenetlar'a çevirmiş. Yine bir hanedan üyesi kadını anlatan Gregory bu sefer Beyaz Kraliçe olarak adlandırılan Elizabeth Woodville'i anlatıyor. Bu kitabı da aldım, ama sırasını bekliyor.Diğer Kitaplar kadar güzel olacağı ümidiyle okumayı bekliyorum. Meraklılarına iyi okumalar diliyorum.


Resim Ekle

27 Ağustos 2010 Cuma

Kötü Filmler

27 Ağustos 2010 Cuma 1

herkesin vardır nefret filmleri ya da yarısında bıraktığı, salon terk ettiği, ölümüne sıkıldığı. ilk aklıma gelenler şunlar:

1)savage grace: ekremle bizi mahveden film budur. nasıl bi şeydir nasıl bi kepazeliktir anlamadım. uzak durun, yanına bile yaklaşmayın.

2) babam romulus: ne sıkıcı bir filmdi yarabbi. iptal olmuş bi anne ve cefakar bir babayla hayat mücadelesi veren bir çocuk. biyografik bir öykü...

3) gothica: oscarlı insanlar berry ve cruz bu filmlerinden utanıyolardır heralde. hele filmin bir yerinde cruz bedenime sahip olabilir ama ruhuma asla minvalinde bi şey söylüyodu ki evlerden ırak!

4)jeepers creepers 2: ilki orijinalliğiyle hayran bıraktıran filmin ikincisi yönetmenin cinsel kimliği nedeniyle sıkı vücutlu amerikan gençlerinin şovu gibiydi. bu diri vücutlara yaratığımız da kayıtsız kalamayarak otobüse dil atıyodu(!) daha ne diyim!!!

5) dream catcher: başarısız bir stephen king uyarlaması. ne bu noluyo derken birden uzaylılara bağlayan garip bir film. izlemeyin!!!

6) southland tales: bu ucubik şeyi sinemada izledim ya ölsem de gam yemem. lynch abimin filmleri bunun yanında romantik komedi kalır. kelly canım bu filmi çekerken ne kullandıysan bana da söyle ben de istiyorum.

7) we own the night: eva mendes yollusu vardı bu filmde. abik gubik bişi.

8) iklimler: aman diyim!!!!!!!!!!!!!
Bu liste uzar gider, siz de verdiğiniz paraya acıtan, bunaltan, esneten filmleri yazarsanız iyi olur. Uzak dururuz:)

24 Ağustos 2010 Salı

Fly Away!!

24 Ağustos 2010 Salı 0
Müzik hayatım desek doğru olur mu? Kesinlikle eveeeeeet !!
Ben taze çıtırken hit olan parçalarından biriydi bu da. Hala dinlemeye doyamam.. Ah ahh Lenny sen bir harikasın :p
Yıllardan 1998.. ve bu şarkısıyla -fly away- Grammy'yi aldı. Sonuna kadar da haketti diyebilir miyiz??

I wish that I could fly
Into the sky
So very high
Just like a dragonfly

I'd fly above the trees
Over the seas in all degrees
To anywhere I please

Oh I want to get away
I want to fly away
Yeah yeah yeah

Oh I want to get away
I want to fly away
Yeah yeah yeah

Let's go and see the stars
The Milky Way or even Mars
Where they could just be ours

Let's fade into the sun
Let your spirit fly
For we are one
Just for a little fun
Oh, oh, oh yeah !

I want to get away
I want to fly away
Yeah yeah yeah

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Yalnızlık özgürlüğün iki hırçın kanadıdır!

21 Ağustos 2010 Cumartesi 0
Bugün biraz eskilere dönmek istedim. İnanılmaz sıcak bir hava...Bir boşluk..Yaşadıklarına anlam verememe..Ve kendini yapayalnız bir yerlere atma çabaları derken..Hayat bana o kadar da bireysel takılmanın iyi olmadığını göstermeye çalışıyor sanırım. Eskiler demişken; seçtiğim şarkının adı Kanat.. Söyleyen de Hande Yener.. Her şeyin bir bedeli olduğu gibi..'Yalnızlık da özgürlüğün iki hırçın kanadıdır.' demek istiyorum :) Umarım şu anda bir yerlerde inanılmaz coşkulu bir şekilde eğleniyorsunuzdur. Keyfiniz hep yerinde olsun..özellikle bu aralar :)












 

yalnızlık özgürlüğün iki hırçın kanadıdır

biri kavuşmaya hasret
kendinden bile uçkun
diğeri kaderden ayna
mecburen çırpınmakta
birinin aklı yerdeyse
diğerinin aklında yer ne?
ortada şaşkın bir beden
kanat mı ben ben mi kanadım?

biraz evvel alçak uçtum
çarpışsaydık anlardım
korkmaya cesaretim yok
yer kandırmaz uçarım

yalnızlık özgürlüğün iki hırçın kanadıdır 


her nedense uçmaktan hep
korkardım ben düşmekten hep
yerden sıtkım sıyrılınca
üstündeyim bulutların

20 Ağustos 2010 Cuma

Bored to Death

20 Ağustos 2010 Cuma 0

Süperkulade görümcesi sayesinde (bahçelerde börülce oynar gelin görümce hesabı) "rengarenk" diye ortalarda banıran ve içi geçmiş gençliğe hitabemizin biz de rengarenkiz diye çınlamasına neden olan sertab erener üstüne bi de istiklal'den topladığı h&m gayleriyle klip çekti. Ee herkes renga renga renk diye gezsin efenim ama kazın ayağı öyle değil. Ölümüne sıkılanlarımız da mevcut. İşte adamlar dizisini de yapmış "Bored to Death". Pek şükela ve hoş.
Sevimli sevimsizlerden Jason Schwartzman var başrolde. 2. kitabını yazarken tıkanmış, sevgilisi tarafından terk edilmiş, kendinden sıkılımış New Yorklu bir yahudi. Beyaz şaraba zaafı var. Dizinin yaratıcısı Jonathan Ames kendi adını vermiş kahramanına, kendi gibi kurgulamış. Bu iç sıkıntısıyla terk ediliş sonrası eline bir Raymond Chandler polisiyesi alan Jonathan internete dedektiflik ilanı verip aynı gün bir iş kapıyor. Öyle cinai vakalar değil bunlar genelde kayıp davaları ama kahramanımız her seferinde başını belaya sokuyor. Sırf kendininki değil elbet arkadaşı Ray'inkini de (Hangover'dan tanıdığımız Zach Galifianakis) o da bir diğer kaybeden: çizgi roman yazarı, sevgilisi ve onun iki kızıyla yaşamakta. Parasız üstelik sevgilisiyle sürekli atışıyolar.



Ha bir de Jonathan'ın çalıştığı derginin patronu George (Ted Dunson) var. O da bir başka sıkılan: 60lardan beri sevişmekte olan bir ruh nası sıkılmasın? New York'tan, onun entelektüel camiasının sıkıcı eventlerinden sıkılmış durumda o nedenle Jonathan ne zaman ben şurdayım burdayım dese ben de gelmek istiyorum diyip olaya dalmakta.
Bored to Death öyle kahkahalarla güldüren bir komedi değil. Canı sıkılan tuhaf karakterlerin (ama aslında bir o kadar da sıradan) yaşadığı olaylar. Dizinin artısı zekice yazılmış diyalogları. Sinsice tebessüm ettiriyo. Bir bakmışsınız dizinin bağımlısı olmuşsunuz.
25 dakika süren dizinin 8 bölümden oluşan 1. sezonu tamamlandı. 2. si de çekilmekte. Wes Anderson tarzı komedi sevenlerin kayıtsız kalamayacağı küçük ve sevimli bir yapım Bored to Death. İzleyiniz!!

23 Temmuz 2010 Cuma

ye.dua et.sev.

23 Temmuz 2010 Cuma 0
Kadıncağız kocasından boşanıyor, ne tür bir hayal aleminde olduğunun farkında değil, kesinlikle çok mutsuz ve bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkında. Bir de orada bir adama gönlünü kaptırıp ruh ikizi olduğunu iddia edip saplantılı bir durum oluşturuyor bünyesinde.. Bu kadar saçmalık üst üste gelince de İtalya, Hindistan ve Endonezya yolculuğu başlasın diyor. Herbir ülkede farklı hazların, esasen kendini arayışın peşinde.. Kitap üçe bölünmüş.. 1) İtalya'daki günleri için; 'Nasıl yiyorsanız öyle konuşun ya da Keyfin peşinde 36 öykü' diyor. 2) Hindistan'daki günleri için; 'Seninle tanıştığım için mutluyum ya da kendini arayışa dair yazılmış 36 hikaye' diyor. Ve son olarak 3) Endonezya'daki günleri için de; 'Kendimi çıplakken bile farklı hissediyorum ya da Dengenin peşinde 36 hikaye' diyor. Ben yine her zamanki gibi biraz geç kaldım bu kitabı okumakta.. Hatta Julia Roberts'ın başrolünde olduğu bir filmi bile çekilmiş.. yine de hiçbir şey için o kadar da geç kalmadım demek istiyorum. Devamını okumayı düşündüğüm ikinci kitabı çıkmış. Önce bunu bir okuyup bitirmekte fayda var dedim o yüzden. Açıkcası, bu herkesin yapmak istediği bir yolculuk.. Öylesine elini kolunu sallaya sallaya arkanda ne bıraktığın umrunda olmadan, sadece kendin için bir şeyler yapmak yürek isteyen cinsten. E, bir de hepsini geçtim.. Bunları karşılayacak paraları nereden buluyorlar, onu anlamıyorum. Kredi kartlarında milleri birikti de öyle mi gitti ya da yolunda giden süper bir tazminat davası sonucu mu bu yolculuğa çıktı, onu bilemeyeceğim. Evet, bir kıskançlık mevcut bünyemde böyle bir şey yaptığı için. Çok bilindik hikayeler aslında ve eminim başka bir çok kitapta milyon kere okuduğum şeyler. Her neyse. Çıtır çerezlik, böyle hoş beş keyiflik okunacak güzel bir kitap olduğunu düşünüyorum yine de. Bir de şunu dedirttiriyor insana aslında.. Hepimizin inanılmaz saçma ve 'boş' sorunları var. Her şeyi kafamızda gereksiz yere büyütüyoruz. Hayatında olması gerekenler oldu, sana bir şeyler kattı ve bitti gitti. Kalbinde sürekli bir şekilde 'belki'lerle yaşamamasını öğrenmen gerekiyor.. Kendini en çok yorabileceğin şey kalbine söz geçirememendir. Beynini yiyip götürüyor yoksa acımasızca ve sen nerede olduğunu anlamadan her şey son buluyor. (Bunun için en iyi örnek bknz. Bihter'in sonu. hahah.)

20 Temmuz 2010 Salı

Shutter Island

20 Temmuz 2010 Salı 0
Leonardo DiCaprio'yu Titanic'ten beri sevemedim ama son zamanlardaki film seçimleriyle hafızalarımda bir yer edinmesini becerdi sağolsun. Böyle insanı derinden etkileyen bir rolü olmuyor genelde, o hissi bende uyandırmıyor diyeyim daha doğrusu, ama inanılmaz vasat bir durumu da yok şimdi hakkını yemeyeyim.
Nazi zamanında, esir alınan Amerikan askerlerine yapılan bir takım psikolojik deneylerden hep bahsedilir(yok efendim beyninin ön tarafındaki sinirler alınıyormuş da hastalar zararsız hale geliyormuş vs şeklinde) ama ne kadar doğrudur değildir hiçbir zaman kesin bir şekilde ortaya çıkmamıştır. Bu filmde de yer yer bu konu üzerinde durulmuş, ama esas olarak bir adada akli dengesi bozuk hastaların bakımının üstlenildiği bir merkez konu edilmiş. Leonardo'cuğumuzda adli polis olarak adaya gelir ve kayıp birisini bulmaya çalışır yeni ortağıyla birlikte. Sonra ortağından şüphelenmeye başlar, etrafındaki insanlar da hiç güvenilir değildir.. Esas olarak 67. hastayı aramakta ve bir isme kitlenip onu aramaktadır. Ben bu konuyla ilgili bir tiyatroya da gitmiştim aslında. Haluk Bilginer oynuyordu. Sonunu söylersem şimdi tadı kaçar mı bilmem diyeceğim ama ben filmi baya bir geç izledim o yüzden çok da bir sorun olmaz diye düşünüyorum. Hastayla doktor rolleri değişirler, esas hastaya hayal dünyasındaki gibi bir ortam yaratılır ve sonra o da işin saçma boyutlarını algılar ve gerçeklerle yüzleşmeye başlar. Bu şekilde hayalle gerçek arasındaki farklılıkları görmeye başlar. Hasta aslında öylesine bir travma geçirmiştir ki yaşadıklarıyla yüzleşemediği için hayal dünyasında karakterler yaratarak kendisini iyi adam ve diğerlerini kötü adam yapmıştır ve bu hikayesine inanmaktadır. Daha düzgün nasıl anlatabilirim bilemedim. Herkes deli ya hepimiz deliyiz işte..Yaşasın!! Sonunu da güzel bitirmişler aslında. Hani şöyle bir ikilemle karşı karşıya kalıyorsunuz. Deli olduğunun gerçekten farkında mı, yoksa yine en başa sarıp hayal dünyasında mı yaşamaya karar verdi..? Bir iki lafı farkında olup iyi biri olarak ölmesinden bahsedip iyileştiğini ama yaşamak için de bir nedeni kalmadığını gösteriyor. Ben de aynen o şekilde düşünenlerdenim.
p.s. Filmin tek kusuru benim için şarkı seçimleri olabilir bu arada. Hayalkırıklığı..

18 Temmuz 2010 Pazar

Aklınızı Başınızdan Alırım !!

18 Temmuz 2010 Pazar 0
Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki..kendi üzerimde test ettim :) İki şarkıyı da True Blood S03 EP4'te izledim geçen gün. Dizide çaldığı sahnelerden dolayı mı oldu bu etki bilmem ama bu bölüm özellikle, baya bir başarılı olmuş şarkı seçimleri.

Damien Rice - 9 Crimes (Demo) --bu versiyonu özellikle tavsiye ederim. 9 adlı albümünde, hidden bonus track kıvamında 11. parça olarak yer alıyor.--

Leave me out with the waste
This is not what I do
It's the wrong kind of place
To be thinking of you
It's the wrong time
For somebody new
It's a small crime
And I've got no excuse

Is that alright?

Give my gun away when it's loaded
Is that alright?
If you don't shoot it, how am I supposed to hold it?




Massive Attack - Paradise Circus

It's unfortunate that when we feel a storm,
we can roll ourselves over 'cause we're uncomfortable.
Oh well, the devil makes us sin
.
But we like it when we're spinning, in his grin.

 

Love is like a sin, my love
For the ones that feels it the most.
Look at her with her eyes like a flame.
She will love you like a fly will never love you, again.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

İstanbul Hatırası...

7 Temmuz 2010 Çarşamba 0
Geçenlerde D&R'a girdiğimde, raflara sıra sıra dizilmiş, Ahmet Ümit'in yeni kitabı "İstanbul Hatırası"nı gördüm. Hemen raftan bir tane aldım, kendime bir yer bulup okumaya başladım. İlk olarak arka kapağa göz attım. Bu bana yeterli gelmedi, kitabın içiersinden rastgele bir bölüm açtım ve okumaya başladım. Hoşuma gitti, hemen aldım. İçinde hem tarih, hem polisiye olaylar var. Önceden okuduğum Ahmet Ümit romanlarını da referans olarak alırsak, almamam ve sizin almamanız için hiç bir sebep yok.
Romanda İstanbul'da işlenen bir dizi cinayetler ele alınıyor. İstanbul'u İstanbul yapan imparator, kral ve padişahlara ait olaylar, efsaneler, mekanlar ve mekanların tarihleriyle mükemmel bir şekilde harmanlanıyor. Byzantion'dan İstanbul'a kadar birçok efsane ele alınıyor. İstanbul hakkında çok şey bildiğini sananlar dahi, çok yeni şeyler öğreneceklerdir, eminim.
Romanımızın içeriğini daha fazla açmayacağım. Size tavsiyem, alın ve okuyun. Zaten bir solukta okuyacaksınız.Okudukça İstanbul'u daha çok sevebilirsiniz. Kahramanlarımız Başkomiser Nevzat ve Yardımcıları, Komiser Zeynep ve Komiser Ali ile sizlere şimdiden iyi okumalar, iyi eğlenceler...

2 Temmuz 2010 Cuma

Vuvuzela YouTube Videolarında...

2 Temmuz 2010 Cuma 0
2010 Dünya Kupası'na damgasını vuran Vuvuzela artık YouTube'da.
İzlediğiniz videonun penceresi altında ki butonların içerisine, dikkat ederseniz, yeni bir buton eklendi. Resim de küçük de olsa belli oluyor. Bu butona tıkladığınız da izlediğiniz videoyla alakalı da olmasa, başta komik gelen ama daha sonra sinir bozucu bir sinek vızıltısını andıranVuvuzela'nın tuhaf sesi dalga dalga yükseliyor. Güney Afrika stadlarından sonra YouTube'da da kafamızı şişirmaya başladı. Neyse ki sesin çıkmas sadece bizim elimizde istediğimiz zaman kapatabiliyoruz. YouTube'dan sürekli değişikler görmeye alıştık artık. Bakalım daha neler göreceğiz.
PS: Resimde görünen video görüntüsü, Cenk&Erdem ikilisinin Lady Gaga'nın Alejandro adlı şarkısının Tükçe versiyonuna yapılmış komik-iğrenç videosundan. Şarkının Türkçe adı "Alihandır o". Dinlemenizi tavsiye ederim. İyi eğlenceler:)))

29 Haziran 2010 Salı

Geliyorrr..geliyorrr..IMOGEN HEAP geliyorr!!

29 Haziran 2010 Salı 0
Şu fani dünyada derdim ki 'acaba bir gün kendisinin canlı performansını izlemek nasip olacak mı??'.. Kısmet bugüneymiş. İnşallah yine bir aksilik çıkmazsa(!) gitmeyi düşünüyorum.(One Love Festival'e de gidemediğim için giden kimseyi sevmiyorum sevemeyeceğim üzgünüm:p)

17. Uluslararası İstanbul Caz Festivali (1-20 Temmuz) 'nde Yeni Ozanlar bölümünde Imogen Heap geliyor.. 10 Temmuz cumartesi saat 21:00'de İstanbul Modern'de gerçekleşecek konserde; biletler ayakta tam 40, öğrenci 28 lira. Orada kendimi dahil edip giden kişilerden de biri ben olurum diye ümit etmekteyim :))
The Walk şarkısını seçmek geldi içimden şu anda. Diğer şarkıları için de göz atmak isterseniz: http://www.myspace.com/imogenheap
Kesinlikle benim için genius kişiliklerden.. Müzik konusunda kendini aşmış inanılmaz renkli birisi.. Tapılası bile diyebilirim hatta. Her zaman böyleleri çıkmıyor, çıkamıyor!! Yetenek, zeka hepsi bir arada olunca...yapacak bir şey yok :))

28 Haziran 2010 Pazartesi

Planet 51

28 Haziran 2010 Pazartesi 0
Başta gitmekte biraz tereddüt ettiğim, ama izlemeye başladığımda büyük keyif aldığım bir film, Planet 51. Bugün henüz izledim. İzlemekte tereddüt etmemin sebebi, fragmanını dahi izlememiş olmamdı.
İspanya, Amerika, İngiltere ortak yapımı olan animasyon filmimiz, Gezegen 51 adlı gezegene inen bir uzay gemisinden inen astronotun, gezegen sakinleri(bize göre uzaylılar) tarafından uzaylı olarak görülmesi üzerine kurulu. Genel Amerikan uzaylı filmleri çerçevesinde korkuttuğumuz uzaylılar, insanı uzaylı olarak görüp, ondan korkarlar, ve Gezegen 51'in askeri birlikleri işe el koyar. Amaçları, uzaylıyı (astronotu) yakalayıp, incelemek. Onlar da bizim gibi, uzaylılardan çok korkarlar ve kendilerini zombiye çevireceklerine inanırlar ve kaçarlar. İçlerin birisi, Lem, istemeyerek de olsa uzaylıya yardım eder ve Gezegen 51 halkına uzaylıların kötü olmadığını gösterir.
Film de, hepimizin çok aşina olduğu Steven Spielberg'in E.T'sine ve Frank Sinatra'nın "Singing in the rain"e atıfta bulunulmuş. Bunlar da gerçekten filme daha bir eğlence katmış. Ben filmi çoook beğendim. Sizlere de tavsiye ederim. Umarım sizler de beğenirsiniz ve eğlenirsiniz. Şimdiden iyi seyirler...

24 Haziran 2010 Perşembe

Aman Allah'ım...

24 Haziran 2010 Perşembe 0

En çok sevdiğim ve takip ettiğim iki diziden iki karakter hayatımdan çıkıyor. Napacağım ben şimdi?? Bu gece bihter terk ediyor beni, 2 bölüm sonra da Henry... Beni yalnız bırakmayın a dostlar:)))



VIII.Henry(bir adet pez...)

Bihter Ziyagil (Tek atımlık çıtır)

Eric Clapton & Steve Winwood Konseri

Ben diyorum bir şey yazmayı unuttum ama ne acabaaa ne derken hahh şimdi oldu. Ben Eric Clapton konserine gittim yahu.. Amcam çok yaşlanmış artık.. Performanstan çok bir şey kaybetmemiş ama sağolsun.. Aslında aklımda hiç de gitmek yoktu yani..Fazladan bilet vardı ve dahil olmuş buldum kendimi bir anda.. Bu arada yeri milyon kere değiştiği için burada 'santralistanbul' yazıyo ama ona aldanmayın..Kuruçeşme'de gittik gayet. Girişte tipik korsan bilet satanlar.. Bir yandan vapurla gelen VIP kesim..diğer yandan 'kalabalıktan ve curcunadan nefret ediyorum off hep ayakta mı kalcam ben şimdi' diye yakınmalarımdan konserden pek bir şey anlayamadım. Havai fişek kısmı güzeldi sonracığıma... Herkesin o konserde görevli olması bir tuhaftı(sanırım biri fena halde arkadaşlarına hava atmışş!!?), insanların saçma salak şeylerden kavga etmeleri de eğlenceliydi(bu arada koskoca alanda tuvalete gitmek için köşede kalırsanız vay halinize..bin kişiyi aradan yardırmanız gerekiyor:p), hamile kadın her hopladığında da benim içim gitti bir şey olacak diye..(neyse ki ambulans kapıda bir şey olmaz diye yatıştırdım kendimi..) Bitti bu kadar. Güzeldi. Hoştu. Ha bir de her şarkı bitiminde 'yavvvyuuuu' demesiyle çok eğlendim. Sanırım teşekkür etmeye çalışıyordu  ama tuhaf bir ses çıkıyordu ortaya..Sonradan eski videolarını izledim. Meğer, onun huyu böyleymiş. Bilememişim.. Herkes sarhoştu, bir ben mal gibi ayıktım, ondan çok bir şey anlamayıp o atmosferin içine kendimi dahil edemedim:p Eric IN, Elif OUT :))

Bugüne özel..

Hayatta her an her şey olabiliyor. Kendinle ilgili bir hikaye anlatmaya başladığın zaman hop bir başkası hemen kendisinden bahsedip 'benim de hayatım senin sandığın kadar güzel değil' diye başlıyor yakınmaya.. E, elinde de bir adet mendil mevcutsa arkadaşınla onu paylaşmaya razı oluyorsun bir şekilde.. Mükemmelliyetçi olmam kadar çok çekmedim hiçbir şeyden. Bu özelliğimi saklamak için popomu yırtsam da yine bir yerden zortluyor ve beni kara bir deliğin içine mahkum etmesini biliyor sağolsun. Hata yapmadan hayat geçer mi?? E, tabii ki de geçmez. Ama sen gel de onu benim karakterime anlat, onu bir güzel yont. Aslında şu anda baya bir iyi durumdayım. Hani bile bile hata yapıp sonra da onu nasıl düzelteceğimin hesaplarını, hata yapmadan önce hesaplasam da(neyse bu kısımları çok kurcalamayalım:p). Artık kendimi aşmış durumdayım (hani deli psikopat çok... Ama benim kimseye zararım yok. Ben daha çok öyle eğlencelik kıvamda bir tipim işte. Koyun odanın bir köşesine kendi halime bırakın beni. Bir süre sonra bana 'ne yapmaya çalışıyor bu acaba??' deyip de kahkalara boğulmanızın garantisini verebilirim:p)
Gelelim sadede.. Bu hayatta imkansız olabilecek bir şey olduğunu sanmıyorum. Hani zamanı gelir hepimiz diplerde sürünürüz ama yeter ki duruşunu kaybetme hayattaki.. Her şey aynı olsa da sıkılırsın.. Her şey farklı olsa da sıkılırsın.. İnsanoğlunu memnun etmek de çok zor.. :)) Bir de zaman çok çabuk akıp gidiyor ya.. Genç olmayacaksınız bir daha. (Hani böle anı yaşamak adına bokunu çıkaranları da anlamam. Kendini sığ sefil bir yaratık yapmanın bir alemi de yok da işte..neyse.)
İki adet şarkım var benim için günün anlam ve önemini ifade edecek..

1. Maria Taylor - Time Lapse Lifeline






 



"Oh we dream a life. And it's just like, just like that, just like that, it's done.."


2. Daniel Merriweather - Impossible












"There ain't nothing, nothing, nothing impossible for your love.."


** Canım şu anda bir de Bonus Track yapmak istedi. Buyrun bakalım..

3. The Whitest Boy Alive - Intentions











"but is it better to say nothing than say something wrong? when you only want someone, when someone is gone.."


Fransız Süiti

Haftalardır bitirmeye çalıştığım, fakat kitabın katılığı, çevirsinin saçma olmasından dolayı pek de ilerlemesi beni iyice soğuttu. Bitiremedim ama yine de yazmak istedim.
Olay II. Dünya Savaşı sırasında, Alman işgali altında ki Fransa da geçiyor. O kadar çok karakter var ki, bazen okurken "Bu kim şimdi?" dediğim zamanlar oldu. Çünkü kişiler içiçe değil, sürekli farklı mekanlar, farklı kişiler, farklı olaylara geçiliyor. Kim nerde karıştırdım vallahi... Ayrıca çevirisini de pek beğenmedim. Cümle ve paragraf yapıları bana çok tuhaf geldi başlangıçta, sonra okuya okuya biraz alıştım ama tamamıyla oturmadı.
Nasıl Bestseller oldu onu da anlamadım. Belki Fransızca bilip orjinalini okusam zevk alabilir ama Türkçe'sinden hiç zevk almadım ben. Yine de okumak isteyen olabilir. Onlara iyi okumalar...

Bu Kadarı Yetmez mi??

Günlerdir bütün ülkemizin gündeminde oturan baş konuyu ele almak istiyorum. Blogumuzun konseptine çok uygun olmasa da, bıkkınlığımı, üzüntümü dile getircek tek yer burası benim için. Ahmetim ve Elifim'den de konuyla ilgili onay aldıktan sonra yazmaya kadar verdim. Hepimizin haberlerden, gazetelerden ve diğer medya organlarından bildiğimiz üzere ülkemiz günlerdir şehitlerine ağlıyor. Yıllardır süre gelen terör olayları zaman zaman tavan yapıyor. Geçtiğimiz yıllarda da aynen bu yaşadığımız olayları yaşamıştık. Üst üste kötü haberlerle sarsılmıştık.
Bu konuyla ilgili kimleri ne yapması gerektiğini, kime dert yanmak gerektiğini kimse hiç bilmedi, bilen de olmaz bundan sonra. Ülke ilişkileri değil, milliyet çatışması değil, bu bence tamamen farklı adı konmamış bir şey. Artık sadece dağda bizlerin güvenliği için çatışan, hayatlarını kaybeden askerlerimize de yönelik değil. Onların yakınlarına da zarar verilmeye başlandı. Yakında sivillere de zarar verilecek. Siviller de zarar görmeye başladığında artık fiili bir savaşa dönüşecek, ki bunu olması hiç de hoş olmaz. Savaş yok deniyor. Ortada resmi ya da tam anlamıyla fiili bir savaş yoksa bu kadar harekat, çatışmalar neden yapılıyor.
Bu yazıyı yazıp üzünütümü dile getirmeme neden olan şey, geçen gece Ankara'ya geleceğim otobüse binmeden önce bir askerin uğurlanmasına şahit oldum, yüreğim sızladı. Memleketimin, -çocuklarının yanında- ketum duran, taş kesen babaları, dedeleri bile bu kadar sesli ağlıyorlarsa artık hiç hoş zamanlar yaşamadığımızı çok rahat dile getirebiliriz. Kimse bunu saklayamaz. Asker olan gencin dedesi o kadar kötü oldu, o kadar sesli ağladı ki, duysanız kendinizi bir cenazede, bir şehit cenazesinde sanabilirdiniz. Gençler askere böyle uğurlanmamalı. Vatani göreve giden bir insan ölüme gönderilir gibi gitmemeli. Bu çok acı...
Daha fazla uzatmak istemiyorum. Ben de hemen hepimiz gibi, bu denli kötü olayların birgün bitmesini umut ediyorum. Umarım böyle olayları daha fazla yaşamayız. Daha fazla gencimiz hayatlarını kaybetmez, aileleri acılar için kavrulmaz. Allah'tan şehitlerimizin ailelerine sabır diliyorum...
(PS: Bu yazıya uygun bir resim bulamadım. Nasıl bulabilrdim ki??)

20 Haziran 2010 Pazar

Body Worlds - Orijinal Vücut Dünyası Sergisi

20 Haziran 2010 Pazar 0

Dünya'nın en tuhaf sergilerinden birisinde yer aldım geçen hafta İstanbul'a gittiğimde. Yeri çok kolay..Karaköy'de İstanbul Modern'e gider gibi gidiyorsun otoparktan girdin mi hooop karşındaki bina Antrepo 3. Arkadaşımın annesi Almanya'dayken gitmiş..kelimelerle anlatılacak bir şey olmadığına pek anlam verememiştim başta ama gördükten sonra daha da iyi anladım. Sergiden çıktığımda en büyük hayalkırıklığım yaşlanma konusuydu. 20'li yaşlardan sonra hücreler kendini yenilemiyormuş ve yavaaşş yavaşş yaşlanıyormuşsun..sistemlerin çökmeye başlıyormuş:/ Bir de ilk girdiğinizde, adam elinde derisini tutuyor. Çok tuhaf yani derimiz olmasa çirkin bir görüntümüz olurmuş. (Buna da böyle bir yorum yapan tek kişi benim herhalde. Daha bilimsel bir şeyler demeliydim burada sanırım..üzgünüm:p) At ve zürafanın kas ve iç organlarını incelemek de son derece garip bir duyguydu.(hani adam insan vücudunu bitirmiş kendini aşmış onlara da el atmış, inanamadım! Gerçi işte bilim adamı olmak böyle bir şey ehueh) Nasıl anlatsam bilemedim. Açıkçası o kasları çok gerçekçi bulmadım, hele damarlar falan iyice bir değişikti, sünger gibi! Plastinasyon yöntemi uygulanıyormuş, en son bu halini almış.. Milyonlarca kişi organ bağışında vs bulunmuş, onların sonucunda da bu sergi ortaya çıkmış. Cenin bile gördüm öyle söyleyeyim size! Kısaca bu plastinasyon yönteminden bahsetmek gerekirse (bence videoyu mutlaka izleyin ne kadar okunsa da orada izledikleriniz kadar detaylı bir anlatım olmuyor.)

Detaylı incelemek isterseniz sayfasına da göz atabilirsiniz (Aralık'a kadar sergi devam edecek. Fiyat: 21 öğrenci, 25 tam + 5 lira da tercihe göre sesli dinlemek isterseniz kulaklık alıyorsunuz): http://www.bodyworlds-istanbul.com/
Ben de plastinasyon yöntemini bu sayfadan alıp size aktarıyorum..
 
◄Design by Pocket