26 Şubat 2010 Cuma

AÇLIK

26 Şubat 2010 Cuma 1

Nobel ödüllü yazar Knut Hamsun'un Açlık kitabı beş parasız ve evsiz bir yazarın açlıkla imtihanını anlatıyor. Ama öyle böyle değil gerçek bir açlık. Kimsesiz ama gururlu kahramanımız günlerce aç kalıyor. Yazdığı makaleler karşılığı 5-10 kron alarak ancak birşeyler yiyebiliyor ama onu da aç midesi kabul etmeyip dışarı çıkıyor.
Açlıktan bir süre sonra sanrılar görmeye başlayan kahramanımız kimi zaman umutlarını yitirip Tanrıya isyan ediyor. Kimi zaman ise yaşama coşkusuyla devam ediyor sokaklarda gezmeye.
Kahramanın ruh hali, yaşadığı fiziksel ve ruhsal acı o kadar gerçekçi bir şekilde tasvir ediliyor ki okur da Açlık'ı mide burkulmaları eşliğinde okuyor.
Belki zamanında daha iyi günler görmüş genç bir adamın hayalleri, parasızlığı, açlığı, yoksulluğu ve buna rağmen ayakta durmaya çalışması çok iyi anlatılmış.
Birçok yayınevi kitabı dilimize kazandırmış. Ben Say Yayınları'na ait 1986 baskılı Esat Nermi çevirisini okudum. Güzel bir çeviriydi. Ama Varlık Yayınları'ndan çıkan Behçet Necatigil çevirisini tavsiye ediyor çoğu kişi.
Açlık bir şehri, o şehrin sokaklarını anlatmasıyla, bir kıza duyulan imkansız aşkın çaresizliğini ve hayallerle avunmayı işleyişiyle John Fante'yi ve Arturo Bandini'yi hatırlattı bana. Bu kitapların başkişileri kardeş kahramanlar gibi geldi bana. Ama Arturo'nun kalacak bir odası ve en kötü zamanında bile yiyecek portakalları vardı. Açlık'ın kahramanı daha sert koşullarda onurlu bir yaşam sürmek ve yazı yazmak zorunda kalıyor. Okunup bittiğinde insanın gerçek anlamıyla içine oturan bir kitap Açlık.
Behlül Dündar'ın bir arkadaşı kitabın sonlarına doğru sayfaları koparıp yemeye başlamış.

25 Şubat 2010 Perşembe

Beduk GO Yeni Album !!

25 Şubat 2010 Perşembe 0
Yine önceki sarkilari gibi kıpır kıpır, eglenceli bir albüm olmus. Bir Türk olarak, elektro tarzda Ingilizce söyleyerek bu kadar tutmasi takdir edilesi bir durum zaten. Yeni albümünden birkac sarkisini dinledim. Özellikle ilk parcasini cok begendim. Electric Girl'e klip cekmis bile. Konserlerine de baslamis, kacirmayin derim..

Tas Kagit Makas

Hayata dair, insanlarla ilgili ne kadar empati kurabilirsiniz? Kesin dogrulariniz var midir her konuda, yoksa siz de benim gibi istisnalarin her zaman olabilecegine inananlardan misiniz? Adaleti sorgulayan..daha dogrusu insanligin özüne inip en derin duygularini harmanlayip ortaya koyan, affedilmez olanlari affetmemize, vicdanimizi defalarca sorgulamamiza neden olan bir roman karsinizda. Ne kadarina dayanabilirsiniz bilmiyorum. Din her zaman tartisilan bir konu olmustur aslinda. Toplumlari birlestiren mi, yoksa aksine bölen bir kavram mi? Veya söyle ele alalim, hangisinin icinde yer almak istersin? Cünkü dünyada cesitlilik denen bir sey var. Her türlü insan var. Ve sen olmak istedigin kisi olmakta özgürsün aslinda. Sana ne kadar hayatta bir takim dayatma vs seyler olsa da. Aksini de savunabilirsiniz tabii.
Jodi Picoult'un herhangi bir romanini okumam konusunda o kadar cok tavsiye aldim ki, sonunda bu kitabini secmeye karar verdim. Pisman da olmadim.. Hani kisilerin birer birer kendi gözünden olaylari anlatmasina, bir seyin aksini savunmak icin hayatta nelerle yüzlestiklerini anlatan, cok samimi icten bir hikaye olmus.
Ironi surada basliyor; kardesi ve babasi öldürülen bir kiz(Claire) var ve kalp hastasi. Acilen yeni bir kalbe ihtiyaci var. Katil(Shay) hapiste ve 11 yil sonrasinda idam cezasina carptirilmis. Yavas yavas hapis hayatinin sonuna dogru gelmisken, öldürülmeden önce son bir istegi var, o da bu kiza kalbini vermek.
Annesi(June) kesinlikle bunu istemiyor, ama daha uzun bir süre beklemek kizinin ölümüne neden olabilir ve bir daha böyle bir olayi kaldirip kaldiramayacagindan süpheli. Kendi ve kizi adina istemese de, yapilabilcek en mantikli kararlardan biri gibi gözüküyor. Bu arada kalp birebir uyuyor. Ama ortada bir sorun var, idam cezasi kalbe igne yapilarak kalbi durdurmaya yönelik bir sekilde gerceklestiriliyor. Bu tersine cevrilemez bir durum mu, yoksa bunun yerine asilarak beyin ölümü gerceklesip bu sekilde organ bagisinda bulunmasi gibi bir dava kazanilabilir mi? Bunun icin bir avukatimiz(Maggie) ve bir de katilimizin dini danismani(Michael) romanin bas rollerinde yer aliyor. Ayni zamanda hapishanedeyken yan kogusunda olan Lucius, Shay'in davranislarinda bir takim tuhafliklar oldugunu iddia ediyor...
Esas soru surada basliyor? Siz olsaydiniz ne yapardiniz? Adalet her seyin en iyi ve güzel sekliyle sonuclanmasindan, taraflarin haklarini göz önünde bulundurmaktan yana, ama bir seyi kabul edip buna adalet derken; ayni olayin tam tersini kabul ettirmeye calisip buna yine adalet diyebilir misiniz? Celiskiler iste bu noktalarda basliyor ve ipler kopuyor. Deniliyor ki, 'Senin haklı olman, benim yanlis oldugum anlamina gelmez.' Keyifle okudum.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Vogue Türkiye ilk 1000 koleksiyon sayisi sadece Istinye Park'ta

24 Şubat 2010 Çarşamba 2
Koleksiyoncular icin üzerinde rakamlari yazan 1000 adet dergi cikarmis Vogue Türkiye. Istinye Park'ta bugun satiliyor! Tükenmeden yetisin. Yarindan sonra da insallah her yerde satilmaya baslanilacagi söyleniyor. Evet iste bu, bekledigim bir andi. Tanrim bugünleri gösterdigin icin sana minnettarim. 'Türk insani modaya hasret kalmisti ve iste sonunda ona kavustu' diye haykirmak istiyorum. O kadar mutluyum düsünün yani. Elime bir adet gecip incelemek icin sabirsizlaniyorum!! Sevgiler!!

p.s. Tabii ki Anna Wintour'un sayilarini kacirmadan takip etmeye devam edecegimmm. Onsuz bir hayat düsünemiyorum !

23 Şubat 2010 Salı

Ejderha Dövmeli Kız

23 Şubat 2010 Salı 1

Stieg Larsson'un Millennium üçlemesinin ilk kitabı Ejderha Dövmeli Kız. Larsson kitaplarının başarısını göremeden Hakkın rahmetine kavuşmuş ne yazık ki.
Ortada farklı ve katmanlı bir kitap var. Bir yanda 36 yıldır kayıp olan zengin bir ailenin üyesi, diğer yanda onu bulmakla görevlendirilen gazeteci. Kitabın polisiye kısmı kısmen başarılı. Agatha Christie'nin klasik polisiyeleri gibi başlıyor.
İsveç'in zenginlerinden Henrik Vanger 36 yıldır kayıp olan ve büyük ihtimalle aileden birinin öldürdüğünü düşündüğü yeğeni Harriet'in akıbetini bulması için Mikael'i görevlendiriyor. Çünkü düşmanları ortak. Mikael, Wennerström adlı bir işadamına iftira ettiği için ceza almış. Vanger, olayı çözerse Wenneström'le ilgili bomba bir haber verecek kendisine.
Sonra bir de Lisbeth var. Tuhaf, zayıf, piercingli, dövmeli bir kız. Sıkı araştırmacı ve hacker. Araştırmasında bir süre sonra Mikael'e katılıyor.
Kitap İsveç'te kadınlara uygulanan taciz ve şiddet oranlarına kısım başlarında yer vermiş. Sonrasında bir seri katil avına dönüşen kitapta sıkça "kadınları sevmeyen erkekler"den ve şiddetten bahsediliyor. Bu yönüyle ilginç çünkü özgürlük ve çağdaşlık merkezi olarak görülen İsveç'te son yıllarda artan bir şekilde kadına karşı şiddet var. Zaten İf'te de böyle bir bölüme yer verilmişti.
Kitap gerçekten sürükleyici. Gazetecilik etiği, habercilik, dev şirketlerin dolandırıcılıkları güzel bir gerilim kurgusuyla anlatılmış. Fakat Lisbeth hakkında çok az bilgi var. Kimdir, geçmişi nasıldır? Yine Mikael'in Lisbeth'e karşı hisleri nelerdir? Herhalde diğer kitaplarda yer veriliyor bunlara.
Onun dışında Mikael klişe bir karakter. Kendini polis soruşturmasında bulan yakışıklı, zeki, kadınları etkileyen bir adam. Dergi ortağı ve arkadaşı olan evli Erika'yla rahat ilişkisi bana bayık geldi. Bu konularda muhafazakarım şahsen. Arkadaşlar seks yapmamalı bence.
Kitaptaki polisiye olayın çözümü de beni çok tatmin etmedi. Sanki daha değişik, daha böyle kafa patlatıcı bir şey olabilirdi diye düşündüm. Ama onun dışında hızla okunan, farklı bir coğrafyada geçen başarılı bir gerilim-macera diyebiliriz.

20 Şubat 2010 Cumartesi

Station Agent

20 Şubat 2010 Cumartesi 0

Station Agent (Hayatın İçinden) yapmacıksız, dosdoğru bir film. Kendisine miras kalan tren istasyonuna yerleşmek için New Foundland'a giden cüce Fin'in hikayesi. Cüceliği yüzünden her daim dikkat çekmeye mahkum Fin hemen fark ediliyor haliyle. Ama onun tek isteği yalnız kalmak ve trenleri seyretmek. Burada kahve kamyonetiyle Joe devreye giriyor. Bu sıcakkanlı Kübalının Fin'le dostluk kurma çabası ve geri püskürtülme sahneleri çok komik. Bir de Olivia var. Oğlu Sam'i kaybetmiş ve inzivaya çekilmiş, sadece resim yapıyor. Fin'le tanışmaları filmin en komik sahnesi. Ama yalnızlık ne kadar paylaşılır ya da üç yalnızlık bir mutluluk eder mi? Film Hollywood'u paklayan Amerikan bağımsızlarının en sevimlilerinden biri. Trenler, yollar, kırsalda ağır aksak geçen zaman ve üç farklı insanın dost olmaya çalışması...
Fin rolünde Niptuck'tan tanıdığım Peter Dinklage çok başarılı. Olivia rolünde Patricia Clarkson ve Joe rolünde Bobby Cannavale de öyleler.
Station Agent güzel manzaraları, sade ve insanı anlatan hikayesiyle çok güzel bir film.

19 Şubat 2010 Cuma

The Bing Bang Theory-Sheldon Cooper

19 Şubat 2010 Cuma 2
Stewie Griffin'in büyümüs hali bence Sheldon Cooper.. Tabii ki cok daha eglenceli ve bir o kadar da komik.. Herkes tarafından o kadar cok sevilmis ki; dizide söyledigi laflar icin.. kendisi icin.. ayrı ayrı fan page leri acilmis, tshirtleri icin bile ozel bir sayfasi var ve daha neler neler. Sanirim ekranlarin uzun zamandir hasret kaldigi karakterlerden birisi Cooper.
Bir soruya yanit veremedii zaman gozlerinin seyirmesine hastayim. Herkes gibi 'Bazinga' lafina da deli oluyorum. Böyle bir komsum olsun daha ne isterim ki dedirttiriyor insana. 'Dünyanin en salak zekisi' diye tanimlaniyor cogu yerde. Fizik konusunda kelimenin tam anlamıyla bir dahiyken (IQ:187), insanlarla bu kadar zayıf iletisiminin olmasi, patavatsızlıkları..onu kendi gibi yapan ozellikleri kesinlikle. Demin izledim yine birkac bölüm. Moralim bozukken birdenbire kendime geldim. Siddetle tavsiye ederim. -Gülmeye hasret kalanlara özellikle:)-

Ağır Abilerden Ağır Laflar - 1


"Yaşam yalnızca geriye bakılarak anlaşılabilir. Fakat ileriye doğru yaşanır."

Sören Kierkegaard

Parasol ou Parapluie?


Bu havaların derdi ne kuzum? Kışı ne zaman yaşadık da bitti anlamadım. Ne bir kartopu oynadık ne kardan adam yaptık. Nerede eski kışlar. Hava günlük güneşlik. Yağmur var diyorlar yağmıyor, ya da tam tersi birden hava kapıyor. Noldu bu dünyaya böyle? Dengesizlik yeni trend ya yerküre de uydu buna. Aman diyim!!!!

30 Gümüş Para?


Akşam House seyrederken 30 gümüş paraya ihtiyacım var diye bir replik geçti. Birine ihanet etmek manasında olduğunu anladım ama merak ettim ne demek, ruhunu şeytana satmak manasında bir deyim mi falan diye düşündüm.
Meğer bir göndermesi mevcutmuş İsa'ya ihanet eden Judas (Yehuda)'ın bu işi 30 gümüş para (30 pieces of silver) karşılığında yaptığı gibi bir rivayet varmış. Paraya olan tamahı yüzünden.
Şaşırdım meğer buradan gelmekteymiş.
House sayesinde değişik hastalıklar ve tıp terimleri öğrenirken bir de bunu öğrenmiş oldum.

18 Şubat 2010 Perşembe

Bu Kitabı Çalın!

18 Şubat 2010 Perşembe 0
"Ben, yazdığı hikayeye dönüşen adamın hikayesini yazan adam olarak bütün çıkış ümidimi onunla birlikte kaybetmiştim."


Murat Gülsoy'un 2001 Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazanmış öykü kitabı "Bu Kitabı Çalın" önsöz ve sonsöz tadındaki öykülerle birlikte 12 öyküden oluşuyor. Kolay okunan ama sürprizli öyküler yazmış Gülsoy. Sade, süssüz ama değişimlerle renklenen öyküler.
Bu yaratıcı öykülerde "Kötü Yola Düşen Ev" sahibini de kötü yola düşürüyor. "Hızlı Düşünme Sanatı" seminerine katılan genç bir kadın hızlı bir şekilde ilişkisini sorguluyor. "Hasta Bir Konak" kiracısını zapt ediyor. Alacakaranlık kuşağı dizisi yazan senaristler "Birkaç Dolar İçin" kendi yarattıkları kabuslarının içine düşüyorlar.
Murat Gülsoy yazmak-yaratmak, gerçek-kurmaca, kahraman-yazar kavramlarını ve zıtlıklarını da kullanmış. "Yazarın Belleği" ve "Kukla" bu tarzda yazılmış öyküler. "Yazarın Belleği" mizahi bir üslup izlerken "Kukla" ürkütücü ve tedirgin edici.
"Bu Kitabı Çalın" özellikle ilk ve son öyküleriyle esprili, yazı sanatı üzerine düşünen ve zekice yazılmış bir öykü kitabı. Benim gibi roman seven, öyküye mesafeli birine bile çok keyif verdi.

Ve Vogue Modayı Yarattı!

Bu akşam Aşk-ı Memnu'nun reklam arasında Vogue Türkiye'nin reklamı verildi! Reklamda Havva aheste aheste Adem'in yanına gidiyor sonra bir Vogue geçiyor eline karıştırıyor, bakıyor. Sonra daldaki yaprağı alıp örtünüyor ve Vogue modayı yarattı deniyor. Son olarak da Vogue Türkiye yakında ibaresiyle reklam bitiyor. Çok şaşırdım. Güzel hazırlanmış, hoş bir reklam olmuş. Yapanları tebrik etmek lazım. Merakı iyice artırdılar.

Eskiye Rağbet


Sabahları Tnt'deki iki dizi erken kalkmamı sağlıyor. İkisi de eski diziler. Bunlardan biri bir komedi klasiği olmuş Seinfeld. Hiçbir şey üzerine komedi olarak başlamış dizi Jerry Seinfeld ve birbirinden komik arkadaşlarının maceralarından oluşuyor. Absürd olaylar, yanlış anlamalar, ilişki klişeleri hepsi var. Tuhaf saçıyla, kapıdan langadanak girişiyle Kramer, sürekli başını belaya sokan George, kabarık saçlarıyla Elaine... Çok gülerek izliyorum bu diziyi. Gerçekten bir klasik.



Seinfeld'den sonra ise Matthew Fox'un olduğu Party of Five başlıyor. Bu da çok eski bir dizi. Anne babaları öldükten sonra hayata tutunmaya çalışan beş kardeşi anlatıyor. Uzun süre devam etmiş bir klasik de bu. Kimler yok ki...Toy halleriyle Neve Campbell, Jennifer Love Hewitt ve tabi ki Matthew Fox. Aile olmak, kardeş olmak, hayata tutunmakla ilgili çok güzel bir dizi. Yarım yamalak izliyorum ben gerçi ama yine de keyif alıyorum. Hatta Party of Five'ın başrolünde Demir Demirkan'ın olduğu bir yerli versiyonu yapılmıştı da tutmamıştı.
Tnt bu eski dizileri ortaya çıkararak bit pazarına nur yağdırdı. Yazın bir başka kült diziyi Northern Exposure'ü yayınlayarak güzel bir iş yapmıştı zaten.
Ne varsa eskilerde var!

Hung

Cnbc-e ve e2 işbirliğiile ülkemizde gösterilen Amerikan dizisi Hung, bir hayli değişik yollarla insanlara tanıtıldı. Önce bir telefon hattı açıldı, sonra da bir web sitesi yapıldı; adı da "Happiness Consultant". Dizinin baş karakteri Ray Drecker'ı Thomas Jane canlandırıyor. Ray, karısı tarafından terkedilen, ayrıca kendisi iyi bir okulda çalışırken birden orta halli okulda bulan bir koç-öğretmendir. Çocuklarının velayeti de annelerinde kalınca Ray ortada öyle tek başına kalakalır. Bu çaresizlik ne yapacağını bilemeyen Ray, arkadaşı Tanya(Jane Adams)'yla birlikte bir projeye imza atarlar. Ray, en iyi yaptığı şeyi, seks, yapacak ve Tanya'da bunu pazarlayacaktır.Tanya çeşitli yollarla zengin yalnız kadınlara ulaşır ve Ray'i onları mutlu etmek üzere yollar.
Henüz ilk sezonu yayınlanan Hung, gayet eğlenceli ve 25 dakikalık bölümleriyle sıkmayan bir dizi. Bu çaresizlikten, ama daha sonra hoşuna giderek, jigololuk yapan adamın eğlenceli bölümlerini izlmenizi tavsiye ediyorum. Konuyu daha fazla da açmak istemiyorum. İzleyin ve görün ;)

17 Şubat 2010 Çarşamba

Wanted

17 Şubat 2010 Çarşamba 0

Bazı filmleri bıkmadan defalarca izleyebiliyorum. Wanted bu filmlerden biri. Benzersiz aksiyon sahneleri mi James Mcavoy'un oyunculuğu yüzünden bilmiyorum ama bu filmi çok seviyorum.
Ezik muhasebeci Wesley Gibson'ın suikast kardeşliği ile tanışması, Fox(Angelina Jolie) gibi bir hatunla suikastçiye dönüşmesi ve tam hayatının kontrolünü eline aldığını düşünürken yaşadığı sürpriz.
En güzeli de filmde kullanılan iki harika şarkı: Danny Elfman'dan Little Things ve Nine Inch Nails'den Eveyday Is Exactly The Same.

Falsolu kurşunlar,marketteki ilk karşılaşma, tren kazası... Hepsi yönetmen Timur Bekmambetov'un başarısı.

Atonement'la gönüllere taht kuran başarılı oyuncu James Mcavoy bu filmde de yine bir o kadar başarılı. Sevimli mi sevimli ama aynı zamanda cool ve karizmatik. Çok yetenekli bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. Çok iyi rollerle karşımıza çıkacak eminim.

Yedim Gitti

Yere düşen yiyecekleri napıyorsunuz? Valla ben yapışacak, toza toprağa bulaşabilecek bir şey değilse hemen yiyorum. Titiz biri olmadığımdan olsa gerek. İğrenç gelebilir bazılarına ama napayım. Özellikle düşen bir bisküvi, çerez, ekmek falansa hemen üfleyip yiyorum. İnternette rastladığım şu tablo bazılarının bu konuda ne kadar düşündüğünü gösteriyor:)

16 Şubat 2010 Salı

Derek Lam

16 Şubat 2010 Salı 0
Derek Lam 1967 doğumlu Parsons mezunu, Asya kökenli, Amerikalı bir moda tasarımcısı. Michael Kors'la çalıştıktan sonra kendi markasını kurmuş. 2010 ilkbahar-yaz koleksiyonundan bazı cicileri pek beğendim. Keskin siluetlere sahip şık parçalar. En çok da 1250 dolarlık koyu kahverengi çantayı beğendim. İyi bir moda yatırımı olur gibi geliyor bana:)

15 Şubat 2010 Pazartesi

Her Şey Aydınlandı

15 Şubat 2010 Pazartesi 0

Perihan Mağden'in Ali ile Ramazan'ını almak için gittiğim kitapçıda büyük bir sürprizle karşılaştım. Hayır Martha Stewart'ı görmedim ama Jonathan Safran Foer'in sinemaya da uyarlanmış "Everything is Illuminated" adlı ilk romanının yine Siren Yayınları tarafından Türkçe'ye kazandırıldığını gördüm ve hemen aldım.
Bu kitap da "Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın" gibi oyuncul, uçarı ama aynı zamanda hüzün dolu hem de 613 çeşidi birden.
Kitap düz bir kurguyla yazılmamış. Kahramanlardan biri yazarın kendisi. Jonathan yahudi kökenlerini aramak ve 2. Dünya Savaşı sırasında dedesini Nazilerden kurtaran kadını bulmak için Ukrayna'ya, Trahimbrod'a gider. Bu gezisinde Odessalı genç Alex ve dedesi Alex ona yardımcı olacaktır.
Savaş, her zaman gereksiz, hedefsiz ve hayatları dağıtan savaş kitabın merkezini oluştuyor. 1791'den 1941'e kadar bir yahudi köyünü ve kaybolan tarihini izliyoruz. Eğlenceli karakterleri, yahudi ritüelleri ve imkansız aşklarıyla okuması hem keyif hem hüzün veren bir kitap yazmış Foer. Tasvirleri, gerçeküstücülüğü ve oyunbazlığıyla Tom Robbins'i hatırladım. Bazen de yahudi karakterlerin komik isimleri, dini ve kültürel olayları anlatışıyla Zadie Smith'in "İmza Toplayan Adam"ı aklıma geldi.
Kitap bir yandan Jonathan'ın yazdıklarıyla geçmişi anlatıyor, diğer yandan Alex'in ağzından arama sürecini dinliyoruz. Ayrıca Alex'in Jonathan'a yazdığı mektuplarla onun büyüme öyküsüne, hayatına sahip çıkmasına şahit oluyoruz.
"Her Şey Aydınlandı" kayıplar, dostluk, aile, aşk, savaş ve hayat üzerine orijinal bir şekilde yazılmış, buruk bir tat bırakan çok zeki bir ilk roman.

12 Şubat 2010 Cuma

Miu Miu!

12 Şubat 2010 Cuma 1
Miu Miu Prada'nın genç markası. 1992 yılında kurulmuş. Adı Miuccia Prada'nın lakabından geliyor. Genç, modayı takip eden ve cesur tasarımlar yapmayı hedefliyor. Bugüne kadar birçok ünlü kampanya yüzü oldu. Kirsten Dust, Maggie Gyllenhall ve Lindsay Lohan bunlardan birkaçı. Çok fazla dikkat etmiyordum bu markaya ama son koleksiyonlarını çok eğlenceli ve yaratıcı buldum. Bu koleksiyon gerçekten genç ve "stylish" olmuş.
Ayakkabılar çok iddialı. Yaza fevkalade uygun. Elbiselerin yakalarında, eteklerde ve pantolonlarda kedi, köpek, kuş baskıları kullanılmış.
Bu hoş detayların farkına haliyle varan moda şeytanı Mrs.Wintour da Vogue'un Şubat sayısındaki Patrick Demarchalier tarafından çekilen Sevgililer Günü Randevusu editoryalinde fazlaca kullanmış Miu Miu' nun kıyafetlerini. Yani büyük yerden gelmiş onay. Artık farklı olanlar bile birbirine benzemişken, Alexander McQueen gibi bir dahi bile yaşamamayı seçmişken tasarıma inanmak gittikçe güçleşiyor. Ben bu açıdan çok yaratıcı ve felsefisine uygun tasarlanmış buldum Miu Miu'nun ilkbahar-yaz 2010 koleksiyonunu.

11 Şubat 2010 Perşembe

Özgün -Biz Ayrıldık-

11 Şubat 2010 Perşembe 0
Geçtiğimiz yıl, yaz mevsiminde önce "Biz Ayrıldık"la çıkış yapan Özgün, asıl başarısını kıpır kıpır şarkısı "Zilli"yle yakaladı.Özgün, çektiği kliplerle şarkılarını tanıtmaya devam ediyor. Kendisini "Zilli"den sonra, "Mühür" adlı adaptasyon şarkısıyla dinledik. Çok hoş bir şarkı, eskimeyecek şarkılardan biri. Açıkçası uzun süre dinledim ve çevremdekilere dinlettim. Daha sonra da geçtiğimiz günlerde "Direniyorum Yokluğuna" adlı şarkısını kliplendirdi. Bu şarkıyı da çok beğendim. Ardından albümü dinlemeye karar verdim. Albümde "Zilli" gibi kıpır kıpır şarkılar ve "Mühür", "Direniyorum Yokluğuna" gibi yüreğimize dokunabilen slow parçalar yer alıyor. Slow şarkılar genel olarak ayrılık üstüne şarkılar ama müzikleri de sözleri de çok hoş. Kendilerini dinletebiliyorlar. Özgünün sesi de en büyük etken tabiki. Kendisini sesine ve ellerine sağlık diyoruz şarkı sözleri için.Dinlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.
PS, kendisi birazcık da okul arkadaşımız sayılır. Hacettepe mezunu;)Ayrıca hayırlı teskereler kendisine, henüz askere gitmiş;)

10 Şubat 2010 Çarşamba

Körlük

10 Şubat 2010 Çarşamba 0
"Yatağın kenarına oturdu, ikisinin de bedenini sarmak istiyormuşçasına kolunu uzattı ve koyu renk gözlüklü genç kıza eğilerek, kulağına çok alçak sesle, Benim gözlerim görüyor, dedi."



Nobel ödüllü yazar José Saramago'nun Körlük kitabı belirli bir zamanı, yeri, karakterlerinin adı olmayan bir kurguda aniden başlayan bir körlük salgınını anlatıyor. Kırmızı ışıkta bekleyen bir adam aniden kör olur. Bunu başkaları izler. Körlüğün bulaşıcı olduğunu düşünen yetkililer çözümü körleri karantina almakta bulurlar. Fakat herkes teker teker kör olmaya başlarken göz doktorunun karısı kör olmaz. Güçlü olan güçsüzü ezmeye devam eder. Körlük bile insanın içindeki kötülüğü engellemeye yetmez. Tecavüzler ve şiddet başlar.
Saramago romanını çok farklı bir üslupta yazmış. Adları olmayan karakterler ve bazen bir ağızdan olan konuşmalarla bir monolog gibi kurgulanmış. Okuyucu izleyici yerine konularak görmesi gerektiği kadarının görülmesi sağlanmış sanki. Doktor ve karısı arasındaki konuşmalar ise yer yer bir tragedyayı andırıyor. Saramago'nun iyilik, kötülük, vicdan, görmek gibi kavramları işlemesiyle kitap düşünsel bir romana dönüşüyor.

"Neden kör olduk, Bilmiyorum, bunun nedeni bir gün keşfedilir, Ne düşündüğümü söylememi ister misin, Söyle, Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler."


5 Şubat 2010 Cuma

The Wind-Up Bird Chronicle

5 Şubat 2010 Cuma 0

Murakami ile ilk defa "Sahilde Kafka" ile tanıştım. Muhabbetimiz "Zemberekkuşu'nun Güncesi" ile devam etti. Kitabı Jay Rubin çevirisiyle İngilizce okudum.
Toru Okada çalıştığı hukuk firmasından kendi isteğiyle ayrılır. Karısı Kumiko ise editördür.Bu sürede Toru ev işleriyle ilgilenir müzik dinler, spagetti pişirir. Fakat pek sevgili kedilerinin kaybolması bazı tuhaf olayları başlatır.
Murakami'nin bu kitabında da yine birbirinden hoş karakterler var. Toru'nun rutin hayatı bu karakterlerle tanışmasıyla değişiyor. Hepsinin anlatacak hikayeleri var, kimi zaman mektuplarla, telefonla olsa bile.
Gaipten haberler veren Kano kardeşler, sıradışı ergen May Kasahara, eski moda tasarımcısı yeni şifacı Nutmeg, gizemli oğlu Cinnamon ve diğerleri...Toru'nun başladığı yolculukta ona yol gösteriyorlar, ama olaylar gitikçe karışıyor, mekanlar değişiyor. Kurumuş bir kuyuda, bir peruk fabrikasında, Moğolistan çöllerinde, David Lynch tarzı karanlık bir otelde buluyoruz kendimizi. Nesneler de Toru'ya yolculuğunda eşlik ediyorlar: Cutty Sark viski şişesi, Christian Dior parfüm ve beybol sopası.
Murakami hikayenin tam ortasına 2.dünya savaşının soğuk ve belki de pek bilinmeyen bir cephesini, Japonya'nın Çin'le ve Rusya'yla olan mücadelesini eklemiş. Şiddet, ölüm ve sebepsiz bir savaş çok etkileyici bir şekilde Toru'nun hikayesine eklemlenmiş.
Murakami'nin gücü gündelik hayatı, basit olayları anlatırken bile bunu etkileyici ve felsefi bir şekilde yapması. Modern Japonya'yı anlatıyor bize. Jazz ve klasik müzik dinleyen, spagetti yiyen, bira içen sıradan insanlar var kitaplarında. İşlediği temalarla yerelliğini de korumayı başarıyor. Rüyalar, kehanetler, semboller çokça yer alıyor kitapta.
Zemberekkuşu'nun Güncesi aslında bir yolculuk: Toru Okada'nın yolculuğu. Kahramanımızın en güzel özelliği başına gelenleri kabul etmesi, dinginliğini koruması. Akıntıya karşı koymadan kendi yolunu bulması. Cevaplanmamış sorular kalsa da her zaman.

Sherlock Holmes


Sherlock Holmes kitaplarını Ingilizce derslerinde cogumuz okumustur herhalde. Bizim en büyük merakımızdı, sonunda ne olacak acaba, simdi kimi yakalayacak meshur Ingiliz dedektif diye..Ehh Amerikalıların da öyle ki filme baya bir ilgi göstermisler. Devamı cekilecek izlenimi verdiler film biterken, hikaye yarıda kaldı..öyle olacak büyük ihtimal. Robert Downey Jr., gercek hayatında evet bir bagımlı, bu yuzden istedigi basarıya bir türlü ulasamamıs hayatının cogu zamanı rehabilitasyon merkezlerinde gecirmis ama..yine de cok begeniyorum, cok karizmatik geliyor bana; durusu ve konusmasıyla. Bu filmde de kendisini cok begendim. Oynadıgı rolun hakkından gelmis bence.(Bosuna Golden Globe'un da sahibi olmadı zaten) Bu arada, filmi izledigim süre boyunca; Jude Law'la birlikte paylastıkları rollerde, sanki kim daha cok ön plana cıkacak yarısı yapılmıs izlenimi verdiler. Bir de Jude Law'ın bıyıklı halini hic begenmedim, yakısmamıs bence, ama rol geregi iste..
Kısaca söyle diyelim; pazar günü zamanınızı iyi degerlendirmek adına keyifle izlenebilecek filmlerden birisi. Iyi seyirler!
Film icin detaylı bilgi: http://sherlock-holmes-movie.warnerbros.com/
p.s. yasasın!! gecen sene güzel filmlere hasret kalmıstık, bu sene bolca isteklerimiz karsılanıyor gibi geliyor bana. :))

It's Complicated

Siz siz olun, iliski durumunuzu karmasik bir hale getirmeyin. Sonu hicbir zaman hayırlı bitmez..adı üstünde zaten :) Ben bu iliski durumunun karmasık olmasını ilk Facebook'tan duymustum. Son derece sacma gelmisti. Sanki iliskisi olan insanların düzgün yolunda herseyleri de, bir bu eksikti seklinde..
Benim birtanecik yıldızım Meryl Streep, simdi de It's Complicated filminde; basrolunu Alec Baldwin ve Steve Martin'le paylasıyor. Kocasından bosanmıs, (10 sene sonra bu durumu ancak hazmedebilmisken)
 eski kocasıyla yeniden barısabilme sinyalleri veren bir durumla karsı karsıya kalınca yasadıklarını anlatan bir hikaye ele alınmıs. Izlenmesi keyifli, bir  kadar da komik olmus. Eskiden filmlerde her sey toz pembeydi (beni mahvettiler, bu yüzden bu haldeyim zaten:p) simdi daha gercekci ve mantıklı sonla bitiriyorlar. Gercek hayatta olması gereken sahnelerle bolca karsılasıyorsunuz. Daha icten, daha samimi hikayeler yazılıyor, bu yüzden de aslında daha basarılı buluyorum. Böyle iciniz biraz rahatlasın, keyfiniz yerine gelsin istiyorsanız, patlamıs mısırınızı da elinize alın, izleyin mutlaka.

4 Şubat 2010 Perşembe

Moda Haftası Furyası İstanbul'da...

4 Şubat 2010 Perşembe 5

Dünyada, özellikle Avrupa'nın önemli şehirlerinde düzenlenen moda haftaları, uzun uğraşlar sonun da İstanbul'a da getirildi. Etkinlikler 3-6 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Geniş bir katılımcı listesi olan "Istanbul Fashion Week 2010", dün oldukça saçma hareketlerle start aldı.Önce kimler var onlardan kısaca bahsedeyim.Markalardan;
  • Mavi
  • Koton
  • Avva
  • Desa
  • Que
  • Pierre Cardin gibi Türkiye'de önemli bir yere sahip markalar göze çarpıyor.
Tasarımcılara bakacak olursak;
  • Bahar Korçan
  • Arzu Kaprol
  • Hakan Yıldırım
  • Özlem Süer gibi önemli modacılarımızın yer aldığı uzun bir liste.
Dilek Hanif ve Cengiz Abazoğlu, Avrupa'da ki defilelerden sonra buraya artık sığamayacaklarını farkettiler. Güzel tespit, doğrusu. Ama keşke Arzu Kaprol ve Bahar Korçan da bunun farkına varsalardı. Onlar artık standardları çok yüksek modacılar. Buraları genç yeteneklere bırakmalılar.

Açılışta ki tuhaflığa gelince; öncelikle Bakan Zafer Çağlayan açılışı yaptı ve bir adet konuğu vardı, Meg Ryan. Ne saçma bir isim. Kendisini oyunculuğuyla, sempatikliğiyle sevmeme rağmen, moda haftasına en uzak isimlerden birisi olduğunu düşünüyorum. Gerek Türk bağlantılı Mango'nun yüzü Scarlett olsun; gerek Dior'un parfüm yüzü Charlize Theron olsun gayet güzel seçenekler var. Ama sanırım paraları yetmemiş. Meg Ryan'ı getirmişler.Bu ilk saçmalıktı.
İkinci saçmalık; Meg Hanım yoğun ilgiden bunalmış, açılışın ardından yapılacak geziye katılmamış. Katılmadığı gibi açılış sırasında kurulan çadır kesilerek oradan kaçırılmış. Ne saçma şey. Daha sonra da apar topar dönmüş. Ne üzüldüm ne üzüldüm!!!

Bu tür etkinlikler, ülkemizin tanıtımı için çok önemli ve gayet kaliteyle yapılabilmekte. Umarım gelecek yıl ve sonra ki yıllarda da devamı gelir. Ama daha alakalı konuklar yer alırsa daha güzel olur sanırım...

3 Şubat 2010 Çarşamba

Güzeeell, çok güzell...

3 Şubat 2010 Çarşamba 0

Geçenlerde arabayla -nereden dönüyorduk hatırlamıyorum- gelirken, radyoda güzel bir şarkı çalmaya başladı. Merakla dinlemeye başladım. Şarkı gerçekten o kadar güzeldi ki hayran kaldım. Eve zar zor yetiştim. Hemen geldim bilgisayarımı açtım, Youtube'dan dinlemeye başladım.
Şarkının ismi "Rüya", söyleyen de Ziynet Sali. Rüya'nın söz ve müziği Sinan Akçıl'a ait. Daha önce de bir çok sefer söylediğim gibi, Aysel Gürel öldüğünden beri, onun izinden bir çok besteci açığa çıktılar. Belki daha önceleri de varlardı ama, şu an altın çağlarını yaşıyorlar. Sinan Akçıl'ı geçen yıl Hadise'yle tanıdık. Kendisi birçok sanatçıyla çalıştı. Ama benim en başarılı bulduğum bestesi, Rüya oldu. Bunda Ziynet Sali'nin de etkisi yadsınamaz.
Rüya'nın çok da hoş bir klibi var. Dinlemenizi ve izlemenizi tavsiye ediyorum. Şahsen birçok arkadaşıma dinlettim. Beğendiklerini söylediler; ama benim zorlamamdan mı yoksa kendi istekleriyle mi bilinmez...=))

The Hours...


Dün akşam, ne yapsam ne yapsam diye düşünürken, canım film izlemek istedi. Daha önce Ahmet'in bizlere soundtrack ini tanıttığı The Hours'ı izlemeye karar verdim. İlk defa izledim ve açıkçası en başta filmde Meryl Streep oynuyor diye heyecana kapıldım. Çünkü onun oyunculuğuna bayılıyorum.Film Ahmet'in de dediği gibi muhteşem müziklerle başlıyor. Ama müzikler bana bir yerlerden tanıdık geldi. Ablamla birlikte birazcık düşündükten sonra "The Illusionist"in müziklerine benzediklerini farkettik. Aynı mı bilmiyorum ama çok benziyorlardı, ya da ben yanıldım.

Film de en çok dikkat çeken şey Nicole Kidman'ın o muhteşem yüzüne yapılan "muhteşem" makyajdı. Kendisinin normalde de mimikleri olmadığından makyaj da bir hayli iyi olmuştu. Karakter de zaten mimiksiz bir karakter=)) Ama oyunculuğu mimiksiz de olsa çok iyiydi, ki kendisi bir adet küçük Oscar heykelini kaptı. Filmin diğer bir baş rol oyuncusu Julianne Moore, yine karşımıza canavar anne olarak çıkıyor. Kendisini pek beğenmesem de filme güzel bir katkıda bulunmuş. Kendisinden ziyade filmde oğlunu canlandıran küçük Jack Rovello, gerek sevimliliği gerekse kendi çapında performansı bence daha iyiydi.

3. başrol oyuncumuz Meryl Streep'e, film de yeterli yer kalmamıştı. Kendisini yeterince seyredememem beni hayal kırıklığına uğrattı. Diğer filmlerine göre performansı da oldukça düşüktü bence. Bu da sanırım Nicole Kidman'ı gölgede bırakmamak içindi. Aynı sahnelerde yer almamalarına rağmen oyunculuğuyla onu çok kolay ezebilirdi.

Film 8 yıl önce gösterimdeydi. Ama ben düne kadar inatla izlemedim. Dün de keşke daha önce izleseymişim dedim. Önce filmi bana verdiği için arkadaşım Barış'a, sonra da soundtrack le merakımı cezbeden Ahmet'e çok teşekkürler...

1 Şubat 2010 Pazartesi

Kıskanmak

1 Şubat 2010 Pazartesi 0

Nahid Sırrı Örik'in bu güzide eserinden ancak sinemaya uyarlanınca haberim oldu. Kısa gösterim süresinde filmi kaçırdım ama kitabı okudum Oğlak Yayınları yeni baskı yapınca.
Öncelikle böyle yetkin karakter analizleri içeren orijinal bir kitabı unuttuğumuza, hakkının verilmediğine üzüldüm. Çünkü bence çok başarılı bir roman.
1930'larda geçen kitapta abisi ve yengesi ile birlikte yaşayan, yaşı geçkin ve çirkin Seniha'nın abisine karşı beslediği sonsuz kıskançlık ve akabinde gelişen olaylar anlatılıyor. Bu kıskançlığın nasıl başladığına, Seniha'nın nasıl bunu içinde büyüttüğüne tanık oluyoruz.
Genç ve güzel karısı Mükerrem'le mühendis Halit Zonguldak'a gidiyorlar ve Seniha da onlarla birlikte. Seniha önsözde Enis Batur'un da belirttiği gibi negatif bir karakter. Soğukluğu ve ona zıt içinde yanan kıskançlık ateşiyle bazı olayların fitilini ateşleyip olanları seyretmeyi tercih ediyor. Çünkü onu bu dünyada mutlu edebilecek tek şey abisinin canının yanması.
Seniha'da genel olarak topluma, insanlığa karşı bir küçümseme, alay ve nefret var aslında. Yani Seniha hayat boyu gülümsemeyecek bir karakter. Her zaman ıstırap içinde, fakirlikle ve yalnızlıkla imtihan olacağını bile bile kendi kabuğuna çekilen ve kendine acıyan biri.
Tüm hikayeyi Seniha'nın ağzından dinliyoruz. Örik Seniha'yı o kadar güçlü bir şekilde çizmiş ki onunla beraber intikamın soğuk zevkini tatmayı beklerken okurun da hevesi kursağında kalıyor.
Kitabın dili orijinal haliyle korunmuş bu doğru bir tercih olmuş. Çok güzel kurgulanmış bir kitap Kıskanmak. Seniha'nın düşünceleri, kafasında sürekli şekil değiştiren hesaplar ve ihtimaller incelikle yazılmış. Zonguldak'taki kasvetli hava kitaba uygun bir mekan olmuş. Cumhuriyet'in ilk zamanlarında geçen romanda kaç göç toplumuyken bir anda kolsuz elbiselerle balolara katılan bir halkın travmasına da zaman zaman yer verilmiş.
Kıskanmak nihayetinde edebiyatımızda ayrı yeri olan bir kitap ve Seniha da unutulmayacak cinsten bir antikahraman.

"Kıskançlık ateşi, saldırışlarını, sarışlarını ve kemirişlerini senelerce unuttum sandığı kıskançlık ateşleri ihtiyar kızın bütün benliğini yeniden almış, tamamıyla kaplayıp sarmıştı. Ve Seniha artık bunun hep bu şekilde son nefesine kadar süreceğini çok iyi biliyordu. Ancak ağabeyi kendinden evvel ölürse, ağabeyinin kendinden evvel toprağa verildiğini öğrenirse belki de biraz sükun bulacak, kendisi iyi kötü yaşarken toprakta toprak olmuş bir ölüyü artık belki de pek kıskanmayacaktı..."

Acaba hangisi önce öldü?

Ah ahh 90'lar...Ah gençliğim ahh=))


Geçenlerde bir akşam, final haftasında ders çalışmamak adına herşeyi yaptığım sırada, ne yapsam diye seçenekleri gözden geçirirken, birden Youtube'a girdim. Şarkılara, eski kliplere göz atarken, küçükken çok eğlendiğim,hüzünlendiğim şarkılar aklıma geldi. Kendimce küçük bir nostalji gecesi yaptım. (Biraz Muazzez Ersoy tadında bi cümle oldu ama olsun)

İlk önce geçen yıl da sık sık dinlediğim, Emel Müftüoğlu'nun "Hovarda" geldi aklıma. Çok eğlenceli bir şarkı. Klibi de mükemmel. Sözler de gayet eğlenceli=))
Klipte yok yok, günümüzün ünlüleriyle dolu. Hatırlayacaksınız, klibin vamp kadını Seray Sever; Emel'in serseri arkadaşını canlandıran Deniz Arcak, ki kendisi de çok iyi bir şarkıcı ve oyuncu. Çekildiği mekan ve klibin senaryosu çok güzel.

Daha sonra yine Emel'in "Deli Et Beni" yi dinledim. Klipte yine iki ünlü isim; Billur Kalkavan ve Yeşim Salkım yer alıyor. Klipte yer yer erotik sahneler var=)) Şu an ne böyle bir şarkı var ne de böyle bir klip. Şarkı çok güzel.

O gece bir çok şarkı dinledim. Şimdi hepsi için ayrı ayrı yorumlar yapamayacağım, yoksa çok uzayacak. Sadece isimlerini yazacağım; işte onlar:
  1. Emel-Hovarda
  2. Emel- Deli Et Beni
  3. Serdar Ortaç-Karabiberim
  4. Seden Gürel-Bum Bum Bum
  5. Demet Sağıroğlu-Arnavut Kaldırımı
  6. Sibel Alaş-Adam
  7. Sibel Bilgiç-Alışamadım
  8. Yonca Evcimik-8:15 Vapuru
  9. Kenan Doğulu-Sımsıkı
  10. Kenan Doğulu-Yakarım Bilirsin
PS: Hepsi bu kadar da değil ama TOP 10 of '90s yaptım kendimce=))

The Cranberries

Uzerinde kelebek resmi olan cdyi cd calarına koyar, kulaklıklarını takar 'There was a game we used to play' diye baslar sokaklarda yürümeye..Bu video o zamanlar her müzik kanalında gösterilirdi..(Yıl:1999:p) En hit dönemleriydi The Cranberries 'in. 'Just my imagination itttt waaaas' diye evin icinde (klasiktir; elimde mikrofon niyetine bir tarak) baslardım söylemeye eheheh. Vokalistlerinin (Dolores O'Riordan) sesine hastaydım. Her sarkısıyla öyle anılarım vardı ki dinledikce 90'lı yıllara dalıp gittim... Hatta Ingilizce'yi bu saygıdeger grup sayesinde ögrendim bile diyebilirim. Sözlerini ezberleyip, defalarca aynı sarkıyı tekrarlamaya bayılırdım. O zaman kaset vardı. Walkmanime kasetimi takar dinlerdim. Ah ahh ne günlerdi :)) Hay allah.. Yaslılık belirtileri böyle mi baslıyor acaba anlattıgım seylere bak.. Sanki asırlar öncesininmis gibi. Tamam kabul..Teknoloji cok hızlı ilerliyor, durumun benim yasımla cok alakası yok :) Zombie sarkısı sonra dilimden düsmezdi. 'Hey hey What's in your heaaad in your heaaad?' ... Baskaaa; Ode to My Family, Promises, You and Me, Animal Instinct (gitarda calmayi ögrendigim ilk parcaydi kiki), I Can't Be With You.. ben bütün albümlerindeki sarkıları sayarım aslında bana kalsa da.. Bunlar klasiklesmis olanlardı.. There is No Need to Argue 'da sevilesi, hasta olunası bir sarkıydı..Ilk dinledigimde bir süre kendime gelememistim. Ahh bu grup, dünyanın bize vermis oldugu en güzel hediyelerden birisi bence :)) Kendimi bugün icin özel, The Cranberries sarkılarına adadım. Arada dinleyin anın benim gibi, arsivinizde bulundurun mutlaka..bir kösede dursun :)
p.s. Mart'ta yeniden bir araya gelip Avrupa'nın bircok ülkesinde konser verecekler.
Büyük bir hevesle baktım hani 'olur mu olur' diye..Türkiye yoktu iclerinde:(  Hayırlısı.
 
◄Design by Pocket