30 Mart 2010 Salı

Dünyaca Sıkılıyoruz

30 Mart 2010 Salı 0

Şu Chatroulette ne zıkkımmış deyip dün tecrübe ettim. Webcaminiz olması şart bu eğlence için. Dünyanın herhangi bir yerindeki bir kişiyle rastgele konuşuyorsunuz, kameranız otomatikman açılıyor. Ve karşınıza birisi geliyor. Beğenmezseniz değiştiriyorsunuz ya da o sizi değiştiriyor. Ne kadar saçma değil mi? Ama bunu yapan 17 yaşındaki rus velete Google ve bir rus şirketi milyon eurolar teklif etmekteymişler şimdi. Çünkü milyonlarca kullanıcı varmış artık Chatroulette'de.
Erkek kullanıcılar daha fazla ve bunların çoğu pipilerini teşhir etmekte veya sıvazlamakta. Bunları şikayet edebiliyorsunuz. Onun dışında canı sıkılan bir sürü insan var. Melül melül bakıp hi, where are you from tadında konuşuyor ya da şebekliklere maruz kalıyorsunuz.

Politik atışmalar da oluyor arada

Bazen doğru dürüst bir çift laf etmek de mümkün. Ben Almanya'da yaşayan Brezilyalı bir çocukla konuştum mesela döneri çok sevdiğini falan söyledi. Sonra Hollanda'dan iki çocukla konuştum. Havadan sudan, müzikten, insan haklarından kel alaka konuşuverdik. Gitar çalanlar, dans edenler ne ararsanız var.

Bryanboy da Chatroulette'e kayıtsız kalamayanlardan

Sonuçta eğlenmek için birebir. Yaratıcılığı geliştirdiği de söylenebilir. Birkaç küçük hileyle,many cam denen olayla Jessica Alba görüntülerini koyup insanları kandıranlar var. Ya da yan duran bir kağıda "if you turn your head i win" yazıp okumak için kafasını çevirenlere gülen zeki kişiler de mevcut.


Diğer bazı chatroulette best of ları ise şunlar:

http://i.imgur.com/3yldh.jpg
http://www.liveleak.com/view?i=937_1266702214
http://www.youtube.com/watch?v=JTwJetox_tU
http://www.youtube.com/watch?v=8qBFNaA7u1E

27 Mart 2010 Cumartesi

Moskof Cariye: Hürrem...

27 Mart 2010 Cumartesi 0
Artemis Yayınları'nın son yıllarda arka arkaya çıkardığı tarihi-kurgu romanları okumaktan çok hoşlanıyorum. Bu furya, Tudor hanedanının kadınlarıyla başladı. Orjinalleri İngiliz yazar Philippa Gregory'nin kaleminden çıkan romanları; Artemis Yayınları, biz Türk okurlara sundu. Bu romanlara benzer bir roman da bizden geldi. Demet Altınyeleklioğlu'nun kaleminden çıkan Moskof Cariye: Hürrem. Yine Artemis'in bize sunduğu romanı, zaman yetersizliğinden dolayı biraz uzun sürede okudum. Yoksa -813 sayfa olmasına rağmen- bir çırpıda okunabilecek bir roman. Çok beğendim. Yazarın da romanın sonunda özellikle vurguladığı, ana iskeleti gerçek fakat ayrıntıların kurgu olduğu bu roman, genel olarak dönemin saray hayatına ışık tutuyor.
Genelde hepimizin bildiği Hürrem Sultan hikayeleri, yazarın usta kalemiyle yeniden hayat bulmuş ve tarihi kurgu romanlardan hoşlananlar için okuması çok keyif veren bir roman olmuş.
Kitap ilk çıktığında okumamak için bir süre direndim. Çünkü daha önce birçok kez Hürrem&Kanuni aşkını farklı kalemlerden okudum. Bu romanı da onlardan biri sandım. Ama daha fazla dayanamayıp, aldım ve okumaya başladım. Olayları, kişileri, mekanları birçok kez okumama rağmen, yazarın usta anlatımıyla ilk defa tanışıyormuşçasına okudum. Sizlere de tavsiye ederim. Yazar, Demet Altınyeleklioğlu'nun da ellerine sağlık. Osmanlı hanedanının göze batan diğer kadınlarını -Nurbanu, Safiye, Kösem- da konu alan romanlar bekliyorum.


26 Mart 2010 Cuma

Kürk Mantolu Madonna

26 Mart 2010 Cuma 1

Daha önce niye okumadım diye üzüldüğüm bir kitap oldu Kürk Mantolu Madonna. Çok güzel yazılmış, nakış gibi işlenmiş bir kitap. Her zaman okunacak bir kitap çünkü insanın yalnızlığını, hayatın sıkıcılığına bir anlam bulma çabasını, insanın kendisini tamamlayacak ruhu aramasını anlatıyor.
Yky'de 36. baskısını yapan Kürk Mantolu Madonna kısa bir roman, bir novella. Kitap eski bir arkadaşının yanında işe başlayan bir memurun, iş arkadaşı Raif Bey'i anlatmasıyla başlıyor. Herkesten uzak duran, bir nevi öylesine yaşayan, hiçbir şeyi umursamayan Raif Bey'i gözlemliyoruz. Kahramanımız Raif Bey'i yakından tanımak istiyor. Aralarında bir ahbaplık gelişiyor o da pek ilerlemiyor. Ama Raif Bey ölüm döşeğindeyken bulduğu bir defterle, Raif Bey'i hayata küstüren, yaşama sevincini bitiren olayları, hüzünlü bir aşk öyküsünü okuyoruz.
Kitabın o kısımları çok iyi yapılmış psikolojik tahlillerle, mekanları, olayları detaylı tasviriyle başarılı bir anlatı nasıl olur gösteriyor. Kitap, hayatı anlamlandırma çabası, aşkın varlığı gibi konuları işliyor. Olaylar Almanya'da geçiyor. Raif Bey tahsil amaçlı gittiği Berlin'de bir resim galerisinde kürk mantolu bir kadın portresi görüp aşık oluyor ve rutin hayatı bir anda değişiyor.
Kitabın en güzel yanlarından biri önsözde Füsun Akatlı'nın da belirttiği gibi eski dilin korunmuş olması. Yer yer bazı dipnotlarla bilinmesi zor kelimelerin anlamları verilmiş. Orijinalliğin korunmasıyla eski kelimelerin güzelliği anlatımı daha lezzetli kılmış.
Kürk Mantolu Madonna her yönüyle edebiyatımızın başarılı örneklerinden biri. Hiçbir zaman eskimeyecek, her devirde okuyucusunu bulacak bir roman.

22 Mart 2010 Pazartesi

Ağır Abilerden Ağır Laflar - 2

22 Mart 2010 Pazartesi 0

"Kapitalizmde insan insanı sömürür. Komünizmde bunun tam tersi olur."

John Kenneth Galbraith

20 Mart 2010 Cumartesi

Damızlık Erkek ve Kadın Bulunur...

20 Mart 2010 Cumartesi 0
Bu gece TV izlerken, Star TV'de yeni başlayan Kalbimi Çal adlı programı gördüm ve uzun süredir içimde olan bu konuyu yazma isteğimi daha fazla içimde tutamadım. Öncelikle bu programları görünce aklıma ilk gelen şey; insanların sokaklarda kendilerini pazarladıkları yetmiyor, artık pazar gibi programlara çıkıp kendilerini ve hünerlerini sergiliyorlar.
Esra Erol'la başlayan izdivaç furyası, ülkemizde çeşitli yapımcıların hayal güçleriyle daha da gelişerek iğrençleşiyor. Esra Erol'un yaşadığı rezalet kalmadı ama kadın çok mutlu elindeki DAMIZLIKları sergilemekten. Tuhaftır damızlıklar da mutlulular. Bunun ardından olaylara komik bir bakış açısı katan Zuhal Topal girdi sektöre. Gerçekten çok eğleniyor gelen tiplerle. İzleyenleri de eğlendiriyor.Ama bu komiklikte yetmedi mide bulantımı geçirmeye. Özellikle Kalbimi Çal programında gördüğüm at gibi kızlar, ortaya çıkan erkeğe ağızlarındaki salyaları akıtarak bakmaları mide bulantımı 40 kat filan daha arttırdı. Bu sadece erkeklere olduğu için kadınlara da yapılsa aynı şekilde iğrenirdim. Merak ediyorum, bizim o gururlu, başı dik, böyle hayasız olaylara gayet sert yaklaşan milletimize n'oldu?? Bilen varsa bana da açıklasın. Tamam gelenek, göreneklerimizde görücü usulü gibi gudik olaylar var. Ama büyüklerimiz ne yapsa iyi yaparlar diyerek bunu da katlanabilir görebiliriz.
Bu programlar, bizleri gün geçtikçe kötü bir hale sokuyor. Ve ilk defa izleyip kızanların çoğu bir süre sonra bağımlı hale geliyor. Çok şükür tek başıma oturup hiç izlemedim. Bence insanlarımız çok boş hale geldi ve böyle gereksiz işlere sarmaya başladı. Aman kendinize dikkat edin. Siz de yakalanmayın bu furyaya!!! İçimdeki bu çığlığı daha fazla bastıramadım, kusura bakmayın!!!

PS. Bana bu yazıyı yazmam da çooookkk büyük katkıları olan babaanneme bana bu programları izlettiği için teşeşkkürler;))

18 Mart 2010 Perşembe

Fasulyaa 7.5 liraa....

18 Mart 2010 Perşembe 0
Eyvah Eyvah, Çanakkale Geyiklili klarnetçi Hüseyin Badem'in, İstanbul'a babasını aramaya gitmesini ve orada başına gelenleri anlatıyor. Ege şivesi ve Ata Demirer'in mimikleri başlı başına komik zaten. Bir de işin içine bar şarkıcısı Firüzan girdi mi ortalık karışıyor. Demet Akbağ, Firuzan'ı adeta yaşıyor. Porselen dişleri, mini elbiseleri ve platin saçlarıyla çok komik.
Klarnetçinin olduğu filmin müzikleri klarnetli olur. Serkan Çağrı'nın müzikleri de filmi çok güzel tamamlamış.
İlk yarı biraz ağır geçse de ikinci yarı çok komik. Özellikle emlakçı sahnesinde ve taksi kazasında gülmekten ölüyorsunuz.
Ata Demirer zaten sevdiği ve sık sık tiplemesini yaptığı Egeli çalgıcıyı güzel oynuyor. Hem komik, hem sakar hem de saf. Film duygusallaşmaya başladığında bile öyle bir espri yapıyor ki Firuzan gibi tövbe estağfurullah çekiyorsunuz.
Kendi halinde, şen şakrak, küfür kullanımı dozajında ve oyunculukları güzel bir film Eyvah Eyvah. Keyifli zaman geçirmek için ideal.

Karl Lagerfeld hep COOLdun. Madonna, yine her zamanki gibisin..

H&M malumunuz..nerdeyse bütün ürünlerin Made in Turkey olup bir tek Türkiye'de olmayan markalardan birisi herhalde. Istanbul'da acılacakmıs diye dedikodular dönüyor son günlerde..Bakalım merakla bekliyoruz. Hal böyleyken bakalım elimizde neler varmıs dedim reklamlarını incelemeye koyuldum.. Madonna ve Karl Lagerfeld'in H&M reklamında oynadıgı karelere gözüm takıldı. 2006'da cekilmis ve KL'nin oldugu reklam ciddi ödüller almıs, cok eglenceli ve dahice buldum reklamı.

Söyle modacılar konusuyorlar aralarında..Anlam veremiyorlar neden bu kadar cok tuttugunu bircok modacının kapıda kaldıgını vsvs. Bir de ustune ustluk ucuz diyor adam. Karsısındaki adam dahası da var diyip kagıda 'erkek koleksiyonu da var.' diye yazıyor. Esas adamımız inanamıyor diyor ki: 'Nasıl yani Karl bütün bu dedikodular dogru mu..cok ucuz bunlar..' Karl da su cumleyi diyor ve adamı dumur ediyor!!: "What a depressing word. It's all about taste. If you're cheap...nothing helps." Herkes saskına dönüyor bu arada birkac kisinin uzerindekilerin fiyatları yazıyor. Ve reklamımız burada sona eriyor.


Madonna'nın oldugu reklam ise 2009 baharda cekilmis..cekik gözlü hanım kızımız bana bir stil bulun diyor Madonna'ya danısıyor. O da yardımcı oluyor ediyor. Ama tip inanılmaz komik. Madonna'ya stil konusunda yardımcı olan adamlardan birine tokat atınca, adam 'i love you' diyor ve beni koparıyor! Böyle bir eglencelik izlemelik sukela tadında olmus. Hay allah nelerle ugrasıyorum artık halime de bakın. Ama kaliteli reklamlar gözümden hic kacmıyor ne yapayım :))

17 Mart 2010 Çarşamba

La Passion...

17 Mart 2010 Çarşamba 0
Bugün Ahmet'le D&R'a girdiğimizde çok hoş müzikler bizi karşıladı. Çok tanıdık müziklerdi , her girişin ardından Türkçe sözler beklerken,İspanyolca sözler hücum ediyordu. Biraz dinleyip iyice kendimizden geçtiğimizde üst kata çıkıp albümün kime ait olduğunu öğrenmeye karar verdik. Luz Casal'ın La Passion adlı albümüne ulaştık. Albümün adını öğrendiğime çok sevindim.Daha önce tanımadığım sanatçıyla ilgili hemen minicik bir araştırma yaptım. Diğer albümlerinde ki şarkılardan da dinledim.Çok hoş doğrusu.

İspanyol sanatçının, sayısız albümü ve single'ı var.Bunların yanı sıra birkaç adette Best of'u var kendisinin. La Passion adlı bu albümde de eminim birçok şarkıyı bildiğinizi hissedeceksiniz. Bunların bir kısmı bizim dilimize de sanatçılaırmız tarafında adapte edilmiş şarkılar.

Böyle insanın dans edesini getiren, içini mutlulukla saran şarkılardan hoşlananlar varsa dinlemenizi şiddetle tavsiye ederim...

Anadolu'dan Bir Melez...


Günümüzde Türk popüler müziğinde bir çok sanatçıyla çalışan; gerek bestelerini, gerek müziklerini yapan; Febyo Taşel, bu sefer kendi albümüyle müzik marketlerde ve müzik kanallarında boy göstermeye başladı. Albümün adını duyunca çok tuhaf geşdi. Çünkü sanatçının ismi zaten Türk değil. Daha sonra hoşuma gitti. Gerçekten kimlik olarak Süryani bir aileye mensup olan Febyo Taşel, taşıdığı duygularla da tam bir Anadolulu.Tam bir melez.

Albüm enstrumental.İçerisinde 15 parça yer alıyor. Genelde batı sazları ve doğu sazları bir araya getirilmiş. Ben ilk klip çektiği "Kabuk" adlı parçasını dinlediğim de bana bira Ömer Faruk Tekbilek'i hatırlatmadı değil. Bence çok hoş bir albüm olmuş. Eğer şöyle bir göz atmak isterseniz, sanatçının kendi resmi sitesinde demoları bulabilirsiniz.

Fahişeliğin Şiirselliği

"Bir erkeğin fark etmesine ihtimal vermeden ona ağzımla prezervatif takmayı öğreniyorum. Yine bir erkeğin her santimine kadar ağzıma almayı öğreniyorum. Bunu zaten biliyordum. Sarah ile bu konuda küçük yarışmalar yapardık aramızda. Motel odasında yan yana sırt üstü yatağa uzanırken, ağzımız, yemek borumuz ve boğazımız dümdüz bir açı alana kadar başımızı yatağın köşesinden yere sarkıtırdık. Kusmamıza neden olmayacak denli derine gitmesine dikkat ederek ağzımıza bir havuç yerleştirirdik. Üst dişlerimizle havuçta iz yapar, ve sonra kimin daha iyi ağza aldığını belirlerdik. Sarah hep kazanırdı."


J.T. LeRoy kısa ama sert romanı Sarah'da annesi gibi bir "arazi sürüngeni" olmayı kafaya koymuş 12 yaşındaki Cherry Vanilla'nın öyküsünü anlatıyor. Otobanlarda, motellerde, tır şoförlerinin takıldığı mekanlarda geçen kitap sertliği ölçüsünde etkileyici. Ama zengin dili ve hayalgücü sayesinde bu çirkinlikleri masal gibi okuyorsunuz. Grotesk olan tuhaf bir şekilde pitoreske dönüşüyor. Hayatımda okuduğum en garip kitaplardan biri. Alkım Yayınları Eda Göklü'nün çevirisiyle yayınlamış. Ben de kapanan Alkım Kitabevi'nden 1 tl ye almıştım.

Orta Sınıfın Buhranları: Yemekteyiz


Yemekteyiz bitmiyor sürüyor, süründürüyor. Sırf ses olsun diye televizyonu açtığımda ya da yemek yerken televizyon karşısında falan ahanda Yemekteyiz. Yine hodbin ve nobran yarışmacılarıyla karşımızda. Sürekli çemkirme, hakaret. Tabi boş boş oturup, ah efendim elinize sağlık diye yeseler o zaman da izlenmez. Ama çok abartılı olmaya başladı son zamanlarda. Nereden buluyorlar o kadar gudubet insanı anlamıyorum. Gerçi doğru dürüst bir hayatı olan, aklı başında biri katılmaz o yarışmaya. Ama güzel ülkemin tam bir şizoid cenneti olduğunu fark ediyorum izledikçe. Herkesin en büyük sorunu ne kadar müthiş bir hayata ve görgüye sahip olduğunu gösterebilmek. Mesela en önemli laf sokma bu yarışmada, siz bilmezsiniz ya da siz bunu daha önce yediniz mi ki tadında ayar verme. Sofralara altın yaldızlı, gümüş kakmalı takımlar konuyor, herkesin evinde plazması, mumları, yapay çiçekleri de var çok şükür. Türkiye'de her şey bulunuyor artık nerede o eski yokluk günleri!

Favori yarışmacım Dilber Hala

Bir de son zamanlarda kadın yarışmacılarda artan bir şekide abiye giyinme ve dekolte var. İyice coştu. Nişan kıyafetlerini ya da oğullarının sünnet düğününde giydikleri kıyafetleri modifiye edip g.t, meme salınıyorlar. İnsanlar tuhaf. Gerçekten niçin bu abartı, neyin ispatı? Bakın benim biricik ve konforlu hayatım ne kadar güzel demeye mi getiriliyor? Benim yediğim önümde yemediğim arkamda, hoşafla komposto arasındaki farkı bilecek kadar entelektüelim diyen bu insanların hayattaki tek sorunları ise istisnasız hepsinin Türkçe'nin ağzını burnunu kırarak konuşmaları. Bilgili olayım derken zavallı konumuna düşmeleri bu yüzden.

Yemekte meme var bugün!

Yarışmaya her hafta katılan iki erkek yarışmacıdan birinin sektirmeden eşcinsel olması ise ayrı bir konu. Takdir etmek lazım yapımcıları. Seyircileri Türkiye gaylerinin mutfağına sokup hepsini dolaptan çıkardı ama bu gaylerimizin hepsinin çaçaron, kunil giyimli olması ve her an "telgrafın tellerine... ya da her şeyimi uğruna ben..." diye hökürerek şarkı söylemesi ayrı bir durum. Türkiye'de sadece kuşumaydın ekolü, bu çeşit gay var demeye getiriyor yapımcılar. Bu da zaten toplumda yerleşmiş sterotypeları (SP hocam S. Güney'e saygılar) kuvvetlendiriyor.

Unutulmaz hamarat kadın Naim

Benim evim senin evinden daha allı dallı güllü, ben carpaccio ve ravioli yerim boş zamanlarımda diyen bu insanların meslekleri de havalı oluyor. Yarışmaya katılan insanlar genelde satış temsilcisi, takı tasarımcısı, yönetici asistanı, restoran sahibi, çağrı merkezi operatörü (bu aralar çok revaçta), ses sanatçısı, süperhamaratpazardanalıpmarkaalmışgibigösterebilen ev hanımları ya da kırmızı saçlı mimarlar oluyor. (böyle bir yaratık da katılmıştı zamanında)
Celebrity olarak Faik'i ve Sema Çelebi'yi yarıştıran yapımcılara önerim Semra kaynanayı yarıştırmaları. Ne kadar zekiyim di mi? Kendisinin birinci sınıf deliliği ve laf sokmaları karşısında kim durabilir? Çünkü Türkiye'de aynı psikopatlık seviyesini tutturabilecek bir şahıs çıkmadı henüz. Bu fikrimi lütfen uygulasınlar. Çok özledik kendisini. Hem Semra Hanım 1500 tl gibi küçük bir meblağ karşılığı seve seve ortalığı karıştırır eminim.

Bu kalp seni unutur mu?

Nasıl gelin-kaynana programları, şarkı yarışmaları bittiyse Yemekteyiz de biter bir gün. Ama toplumumuzda bu yarışma sayesinde beyaz türkçülük oynayan yarışmacıların ve bunu izleyen insanların yanan devreleri ne olacak acaba?

16 Mart 2010 Salı

Lipstick Jungle & Dünyanın En Ateşli Erkeği

16 Mart 2010 Salı 0

Geçen cuma mayışık bi halde televizyon başında süblimleşirken Lipstick Jungle dizisine rast geldim. 2 sezon yayınlanıp kaldırılmış bu dizi. Sex and City yazarı Candace Bushnell'in eserlemesinden uyarlanmış. 3 tane kariyer kadını kariyerleri için savaşıyor. Yani öyle cigi cigi ya da güzel kıyafetler falan pek yok. İkisi zaten evli bu ablaların. Biri yayıncı, biri modacı, biri film yapımcısı. Bayık bir dizi. Neden kaldırıldığı belli. Yalnız yayıncı abla sinir kocasını öyle bir boytoyla aldattı ki paylaşmak istedim. Bilen biliyordur gerçi ama bilmeyenler için eae4fun iftiharla sunar: dünyanın en ateşli adamı Robert Buckley:


Yani zaten sıkıcı bir dergide çalışan ve gudik bir adamla evli olan Nico bu adamcağızı görüp de aldatmayıp napsın, yani böyle işte. Kötü, orijinallikten uzak ama yine de bu tarz dizileri izlemek veya uyarlandıkları chicklitleri okumak eğlenceli olabiliyor. Kafa dağıtmak, güzel kadın ve güzel adamlar görmek, designer kıyaferlere bakıp iç geçirmek için birebir. Artemis sağolsun Lipstick Jungle'ı Ruj Ormanı adıyla dilimize kazandırmış. Yalnız benim sorunum bu tarz kitaplardaki kadınların genellikle modacı, editör, galeri sahibi falan olması yani hep entertainment business. Bi kere de iç hastalıkları uzmanı, uçak mühendisi falan olsunlar di mi?

15 Mart 2010 Pazartesi

Rüzgarın Gölgesi

15 Mart 2010 Pazartesi 0

Babasının kitapçı dükkanında ona yardım eden, annesini küçük yaşta kaybetmiş Daniel hayalperest ve yalnız bir çocuktur. Babası bir gün onu Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı'na götürür. Daniel'a bir kitap seçmesini söyler. Daniel, Julian Carax adlı bir romancının "Rüzgarın Gölgesi" adlı kitabını seçer. Kitabı okur ve çok sever. Carax'ın kimliğini ve diğer kitaplarını araştırdığında uzun bir yolculuk başlar. Julian'ın geçmişinde imkansız bir aşk, intikam, kaçış, yoksulluk, yalnızlık ve hiç eksilmeyen bir gölge vardır.
Carlos Ruiz Zafon'un kitap içinde kitap olan romanı Rüzgarın Gölgesi, İspanya iç savaşının Barcelona'sında geçiyor. Bu yönüyle başarılı bir tarihi roman. Carax'ın gizemli geçmişi, geçmişin hayaletleri ve sırlarla ayrıca sürprizli bir macera romanı. Daniel, Rüzgarın Gölgesi'yle birlikte büyüyor, Carax'ın geçmişini araştırırken, yeni insanlar tanıyıp en önemlisi aşık oluyor. Anlatılan güzel aşklar ve imkansızlıklara direnen hayatlar, kitabı başarılı bir roman yapıyor. Fermin Romero de Torres adlı sosyalist, hayat ve kadınlar hakkında uzman karakterin cümleleri ise kitaba mizahi bir tat ekliyor.
Kitaplar ve onların büyülü dünyası, savaş zamanı birbirine karışan hayatlar, geçmişin acıları ve mutluluğa dönüşen anlarla ilgili çok güzel bir hikaye anlatmış Zafon. Betimlemeleri, kurgusu ve karakterleri ile dört dörtlük bir roman Rüzgarın Gölgesi. İnsanın içini ısıtan ve gülümseten finali de cabası.

13 Mart 2010 Cumartesi

Precious

13 Mart 2010 Cumartesi 1
Bugün vizyona giren Precious, dedikleri gibi baya sert bir filmmis. Ahmet'le kendimizi hazırlayarak gittik o kadar ama, yine de izledikten sonra kendimize gelemedik uzun bir süre. Anne inanılmaz olmus. Böyle bir ruh hastalıgı olabilir mi diyosun. Hani empati kurmak, böyle bir kadının bu kadar zalim, bencil, acımasız, daha bir dolu pis lafı pesiardı saymak isterdim ama nese susuyorum, imkansız gibi bir sey. Hani cehaletine bağlamak istedim tüm bu olanları ama yok yani yapamadım..bu düsünce tarzına ulasmak cok zor. O kafaya erisemezsiniz. Kimse bu kadar insanlık dısı olamaz herhalde diyorsunuz. Bir de hakkaten bazı erkeklerin hadım edilmesi gercegini bir kere daha kabullendim. (Böyle dedim diye feministlik gibi de anlasılmasın ama iste bazı erkekler sorunlu oluyorlar cinsellik konusunda, hastalık boyutunda artık..onu dile getirmek icin agır bir elestiri yapmıs oldum.) Günümüzde ensestlik üzerinde durulması gereken ve ciddi gündem maddesi yaratabilecek sorunlardan biri. Türkiye'de bu konuda birinci sıralarda yer alıyor ne yazık ki.
Beni en cok etkileyen kareler..kücük bir kız cocugu daha, hayatında yasaması, ögrenmesi, gezmesi, tozması gereken o kadar cok sey varken, 16 yasında 2 cocuk sahibi oluyor. Hayata ama o kadar güzel tutunuyor ki. Öylesine bir sevinc var ki icinde, bir seyler icin cabalıyor resmen. İciniz burkuluyor, kendinizden utanıyorsunuz. 'Loser' olabilecek onca karakteri bünyesinde barındırıyorken, yasama karsı durusunu o gücünü kaybetmiyor hicbir zaman. Bazılarımıza hayat gercekten cok acımasızca davranabiliyor. İstemedigimiz yönlerde gelisebiliyor her sey ama.. bilemiyorum kelimelerim tıkanıyor. Suratıma tokat yemis gibi oldum acıkcası..
Bu film; hakkında cok konusulması, elestirilmesi, üzerinde durulması gereken bir basyapıt olmus bence. Digerlerinden ayrılması gereken bir film kesinlikle, özellikle konusuyla.. Mariah Carey de incelenmesi gereken ayrı bir karakter olmus sosyal görevlisi rolüyle. Filmde herkes cirkin..simdi yalan söyleyemeyecegim. Each One Teach One'daki ögretmenimiz bir tek cok guzeldi. İcinin güzelligi dısa vurmus. Izlemeden önce kendinizi hazırlayın. Sonrasında Lady Gaga'nın son klibi Telephone'u izleyin ki, anca o kendinize getirir sizi :) Söyle diyim..Film bittikten sonra alt yazılar gecmeye basladı artık sonuna geldi..hala kimse yerinden kımıldayamadı. Ahmet'le ikimiz ilk hareketi yapıp cıktık salondan..
p.s. Ahmet esas senin düsüncelerini merak ediyorum. Ben konusu üzerinde cok durmadım zaten sen de anlatmalısın bu filmi kesinlikle. Öpüyorum!

11 Mart 2010 Perşembe

maksat eğlence olsun

11 Mart 2010 Perşembe 0
Watsons mağazasından ilk Panora'da görünce haberdar oldum. Uzakdoğu kökenli bu temizlik maddeleri ve ıvır zıvır satan mağazada çeşit çeşit ürün var. Sadece bayanlar için değil erkekler için de birçok şey mevcut. Sırf eğlence için bile olsa geziyorum. Optimum'da da açılmış bir tane.
Daha önce Susam Sokağı mendilleri vardı. Çok sevimliydiler. Şimdi de yeşil çay kokan mendiller çıkarmış. İhtiyacım olmadığı halde aldım. Çünkü çok güzel kokuyor. 8 tane küçük boy mendil 1.99 tl. Bir de çay ağaçlı yeni bir sabun çıkmış. 2.5 tl. Onun da kokusu harika. Yolunuz düşerse bakın, mutlaka alacak bir şeyler çıkıyor.

9 Mart 2010 Salı

Nine

9 Mart 2010 Salı 2
Simdi efendime söyleyeyim.. Ben birazcık sıkıcı buldum konusunu. Acgözlü beyimizin bitmez tükenmez istahından ilallah geldi zaten. Ayrıca film yavas ilerledi ve hani dansla ilgili harikalar yaratmalarını bekledim azıcık. Ama isin aslı ben daha cok, filmi unutup, İtalya'nın güzide mekanlarını görmekten zevk aldım. 'Ne güzel bir ülkesin sen, beni de arada icinde barındır, beni de yasat orada', diyesim geldi ki, dedim de zaten.
Her neyse.. Penelope Cruz'a neden hep metres rolleri veriliyor, 'utanın kendinizden' demek istiyorum. Bu kadın hep isterik degil ki yani. Gayet güclü, ayakları yere saglam basan bir karakter kendisi. Bana düsmez tabii..susarım o zaman.
Ben en cok Fergie'nin dansını+soyledigi sarkıyı begendim. Italian movie diyor boyle..kumların arasından dansını yaparken, hop hop yapıyor insanın yüregini(ne demekse artık:p). Ama biraz kilolu gözükmüs normalde o kadar kilolu durmuyor sanki. Ha bir de 'Vogue dergisindenim ben' deyip, yakısıklı İtalyan erkekleriyle dansını yapan sarısını (Kate Hudson) gözüm tuttu. O sahnelerde iyiydi baya.
Hmm bilemedim. Bircok ünlü vardı filmde zaten, bu kadar bahsedilmesinin nedeni buydu ama, boyle olunca iste benim beklentilerim artıyor, daha daha cok sey görmek istiyorum. 'Pıt' diye film alakasız bir yerde bitiyor, gereksiz detaylar izlemis buluyorum kendimi sadece.
Nerdeee o Chicago...peh. Kusura bakmasın yönetmenimiz ama onun üstüne gül koklanmazdı hata olmus.

Greg Laswell: Take A Bow! Yeni Albüm!!!

Greg Laswell 'i dinleyince tüm gerginligim ortadan kayboluyor, üstüne bir de beni rahatlatıp keyfimi yerine getiriyor. Vuuhuuuu!! Yeni albümü Take A Bow, 4 Mayıs'ta geliyor. Simdiden cok heycanlıyım. Birkac sarkısını dinledim. Eskileri aratmayacak tatta. Guzel olmus baya. Kendi sayfasından Around The Bend sarkısını ücretsiz olarak indirebiliyorsunuz. Su anda onu dinlemekle mesgulum mutlu bir sekilde. Take care! :)

7 Mart 2010 Pazar

Alice In Wonderland

7 Mart 2010 Pazar 0
Gecen seneden beri merakla beklenen bir 'Tim Burton filmi' olduğu asikardı. Trailerlar dönüp durdu. Ve inanılmaz bir sekilde, belki de ilk defa, 3 boyutlu bir film izleyecegimizi sanıyorduk ki; bu film vizyona girmeden önce baska bir çoğuna sahit olduk. Filmin tüm sinemalarda dublajlı olmasi kötü bir fikirdi. Orjinal izlemek ve Johnny Depp'in mimiklerini sesiyle birlikte duymak eminim ki bircok insana daha cok zevk vericekti, ama anlasılan o ki 3 boyutlu alt yazilarda bir problem ortaya cıktı.
Filmle ilgili ise; beyaz kraliceyle kirmizi kralice arasindaki tahtlik kavgasinin özetini izledik. Yaratilan hayal dünyasına, renklere, mekanlara hayran kaldim. Bir seyler eksikti ama.. Johnny Depp'in tipi o kadar sevimli olmasaydi, film cekilmez bir hal alacaktı. Sanırım Sweeney Todd'dan sonra o ruhu yasatacak bir seyler aradım, onun merakı icerisindeydim. Istedigim gibi bir sonuc elde edemedim.. Acıkcası izlerken sıkıldım bir süre sonra. Bir de gittigim salonla mı alakalıydı, yoksa filmde üc boyutlu ayarlamalarla ilgili sorun oldu bilmiyorum ama belli bir açıyı tutturmayınca birkac karede ekran bulanık gozuktu..o boyutu alamadı. Benden bu kadar...Hayalkırıklıgı yasadım ama yine de fena degildi diyelim.

6 Mart 2010 Cumartesi

Küçücük Bir Gezi...~Konya~

6 Mart 2010 Cumartesi 0

Bundan iki hafta önce Cuma günü aniden Konya'ya, ablamın yanına gitmeye karar verdim. Daha önce de çok kez gittiğim şehri, bu sefer geçen yıl okuduğum kitapların da etkisiyle farklı bir şekilde gezdim. Önce ablam ve kuzenimle beraber Mevlana'yı ziyaret ettik. Daha önce de 2 defa ziyaret ettiğim yeri ve burada çeşitli yerlerde geçen isimleri daha net anladım. Çünkü; geçtiğimiz yaz önce Ahmet Ümit'ten Bab-ı Esrar'ı, ardından da Elif Şafak imzalı Aşk'ı okuyunca o dönem ve kişiler hakkında biraz daha bilgi sahibi oldum. İyi ki de okumuşum; türbede yatan diğer kişilerin isimleri daha tanıdık geldi bu sefer, kim kimdir daha iyi gördüm. Aslında müze olarak adlandırılan türbenin bir kısmı tadilattaydı dolayısıyla kapalıydı. Daha önce oraları gezdiğim için de ayrıca bir merak uyandırmadı. Müzenin içerisinde sergilenen eşyalarda küçük düzen değişiklikleri yapılmış. Daha önce yaptığım ziyaretlerde, kendimi manevi olarak çok yoğun bir ortamda , manevi olarak yorgun bulurdum. Ama bu sefer öyle olmadı nedenini de anlamadım...
Mevlana'yı ziyaret ettikten sonra, bu yıl -yine romanların sayesinde- iyice gün yüzüne çıkan Şems-i Tebrizi'nin türbesine gittik. Çok sade, bir caminin içerisinde yer alıyor. Cami Şems'in öldürülüp içerisine atıldığı kuyunun üzerine yapılmış. Oraya da gittiğime memnun oldum.
Ardından acıktığımızı farkedip, Konya'nın meşhur Tandır'ını yemeye gittik. Aslında yemeyecektim -çünkü diyet zamanı böyle şeyler yenmemeli- ama azıcık tadına baktım, kendimi engelleyemedim. Lokantalarda yediğim etlerin en lezzetlisiydi diyebilirim.
Bu iki günlük kısacık tatil böyle geçti. Yolunuz düşerse size de bunları yapmanızı tavsiye ederim...

5 Mart 2010 Cuma

Bi Cam Açabilir miyiz?

5 Mart 2010 Cuma 0

Ankara'da ulaşım indirimi ortamı yeterince germişken ben ayrı bir şikayetimi ve serzenişimi dile getirmek istiyorum. Özellikle 541 gibi uzun seferli otobüslerde neredeyse araf tadında bir işkenceye dönüşen yolculuğu daha tahammülfersa kılan şey yolcuların cam açmak istememeleri. Klima çalışmıyor falan zaten. Çoğu kişi kışın üşümekten yazın da cereyanda kalıp hasta olmaktan korktuğu için kimse cam açmaya yanaşmıyor. Eee vatandaşım niye bu çile niye bu ıstırap niye kan ter içinde yolculuk ediyoruz?
Sıcaktan bunalmak çok kötü bir şey bayılacak gibi oluyor insan. Yıllar önce "Benimle dans eder misin" yarışmasında canlı yayında fenalaşan Asena salonda bir cam açabilir miyiz diye komik bi ricada bulunmuştu ama hak vermek lazım insan da kafa da kalmıyo o baygınlık esnasında. İşte bu hissi otobüslerde sık sık yaşamak insanı daha da kötü yapıyor.
Binerken, bineyazarken herkes çıkarsın montunu rahat edelim. Cam açmaya gerek kalmasın ama bunu da kimse yapmıyor. Herkes Burberry trençkotuna, Paul and Joe montuna fena düşkün olmalı ki herkes kat kat oturuyor. Bi cam açar mısınız çok havasız oldu burası deyince, ay ben hastayım ya da terledik kuranderde kalmayalım diyorlar.
Tam bir feciket bu toplu ulaşım, tam bir sabır işi. Allah kolaylık versin hepimize!

4 Mart 2010 Perşembe

Yaprak Dökümü ve Ali Rıza Bey'in Kilo Problemi

4 Mart 2010 Perşembe 1

İzle ve öl Türk dizilerinin en loserlarından biri Yaprak Dökümü. Ama gudik hayatımı daha nasıl çarçur edebilirim diye düşünürken bu diziyi izliyorum, evet Upper East Side'daki yaşıtlarım (hatta benden küçükler!) Bottega Veneta ve Michael Kors kıyafetler içinde partileyip sevişirken bu sikko diziyi izliyom ara sıra. Çünkü acayip eğlenceli ve o kadar iğrenç ki o derece leziz.
Gururlu ve hobibaz insan Ali Rıza'nın çilesi bitmiyor. Bu kadar tribe, kedere, sofradan kalkıp afiyet olsun diyerek g.tünü dönüp oturmasına rağmen Ali Rıza Bey hala kocaman. Üreyemeyen pandalar gibi kabız bir şekilde geziyor. Kaymakamların emekli maaşı iyi bişey değil mi ya bu nasıl bi fakirlik? Şimdi de kızının evinde kalmaya başladılar. Necla zamanında bir zengin koca hacılayıp sonra adamı gömmüştü üzerinize afiyet. Mudo Concept'in nadide parçalarıyla döşenmiş villada tek başına kalıyordu ama ailesi çörekleniverdi. Tam da kızcağız döşü kıllı, zengin bir kısmetle tanışmışken!
Leyla zaten gerçek bir geyşa ruhuyla yolunu buldu ve tecavüzcüsünün maço kollarında saadete erdi. Bi Şevket yalnız garibim. Çok bilgili bir arkadaşımın dediği gibi " Dünya kadar malın olacağına fındık kadar a.ın olsun." Neye elini atsa batırdı.
Ferhunde yüzünden tabi. Kötü kadın olmanın dayanılmaz hafifliği içerisinde meczupça eğlenen Ferhunde favori karakterimdi ama artık o kadar bayık ki Deniz Çakır bile kurtaramıyor bu diziyi.
Dizinin tek mutlu insanı, evliya sabırlı Fikret'in bile evliliği çatırdadı yani hayat zor gerçekten.
Ey Türk insanı sana reva görülen bu ucubik şeyleri izleme onun yerine... Hımm yok işte birşey, izle anasını satayım. Çıkmaz sokaklar da bitti sonunda çünkü.

3 Mart 2010 Çarşamba

Lefties Soul Connection

3 Mart 2010 Çarşamba 0

Amsterdam'dan cikan grup Lefties Soul Connection'ı dinlerken icim kıpır kıpır oldu. Dans etme istegi uyandiriyor insanda. Eskilere gidip geliyorsun, yeni tarzlara takılıyorsun. 2006'da Hutspot, 2007'de Skimming the Skum albümleri cikmis.
6 Mart'ta ise Ghetto'da konser vereceklermis. Istanbul'da olsaydim kesin giderdim. Funk is sooo not dead..ooo yeah! :P

Haydi Kızlar Okula ya da Paris'e!


An Education 1961 yılında İngiltere'de geçiyor. Jenny adlı pek sevimli, akıllı kızımız Oxford Üniversitesi'ne girebilmek için çalışıyor. Latince'yle başı belada. Babası çok sert. Sonra bir gün olgun ve karizmatik bir adamla tanışıyor. Ohhh pahalı yemekler, konserler, açık artırmalar ve haydaa bir Paris gezisi, Jenny de oluveriyor bir Audrey Hepburn. O sert baba da tav olmuyor mu bu müstakbel damada. Eee zaten okuyup nolcak de mi? Kadınsan zaten okusan ne olur okumazsan ne olur? Film Jenny'nin bu ikilemlerini, sonra da eşekten düşmüş karpuza dönüşmesini ve sıkı bir ders almasını anlatıyor.
Film öyle çok ahım şahım değil, senaryo da gerçekten güldüren anlar ve aynı zamanda hımm bak şimdi diye düşündüren yerler var. Ama vermek istediği mesajlarla kendi kafası karışık olan filmi, müzikleri ve Alfred Molina ile Carey Mulligan'ın harika performansları kurtarıyor.

P.S: Yahu bir de yeter artık şu fakir fukarayı Paris'le kandırdığınız! Anladık süper bir yer pıfff...

2 Mart 2010 Salı

Percy Jackson& the Olympians...

2 Mart 2010 Salı 0
Geçtiğimiz günlerde vizyona giren yeni nesil bir mitoloji filmi; Percy Jackson & the Olympians. Filmi daha bu akşam izleme fırsatı buldum. Genel olarak bakacak olursak fena sayılmayan, ama biraz daha özel bakacak olursak orta halli bir film olarak göreceğiz. Yönetmen Chris Columbus'u daha önce çektiği, ve dünyada büyük bi etki yaratan, Harry Potter serisinin ilk iki filminden tanıyoruz. Filmde öyle çok da tanıdık yüzlere rastlanmıyor. Gördüğümüz de tanıyoruz diye sevindiğimiz emekli James Bond, Pierce Brosnan'ı (bir sentor olarak) ; bayan Kill Bill, Uma Thurman'ı (Medusa olarak) ve CSI:NY'un dedektiflerinden Melina Kanakaredes'i( tanrıça Athena olarak) görüyoruz.
Filmin konusu kısaca;
Zeus'un meşhur şimşeği çalınır ve Poseidon'un yeryüzünde ki oğlu yarı-tanrı Percy'den şüphelenirler (neden şüphelendikleri havada kalan bir konu). Bunun üzerine Percy'nin yarı-tanrı olduğu kendisine farkettirilir. Kendisi yarı-tanrılara özel bir kampa götürülür. Asıl macera bundan sonra başlar. Gerisini de izleyin artık:))
P.S.:Film aslında post-modern ve biraz da mitolojik bir Sezercik:Yavrum Benim benzeri diyelim. Anne başka bir adamla yaşar. Üvey baba kötüdür,üvey-oğluna kötü davranır. Anne buna rağmen adama katlanır. Oğlu isyan eder. Gerçek baba, çocuğu uzaktan uzağa seyretmektedir. Anne kaçırılır. Oğul ve öz baba da anneyi kurtarırlar gibi:))

Oscar Wao'nun Tuhaf Kısa Yaşamı


Junot Diaz'ın 2008 Pulitzer ödüllü kitabının Türkçe'ye kazandırıldığından Sera'nın sayesinde haberdar oldum ve hemen alıp okudum. Gerçekten bu ödülü hak eden harika bir kitap.
Kahramanımız Dominik Cumhuriyeti kökenli Amerikalı Oscar de Leon. Siyah olması yetmezmiş gibi bir de aşırı şişman ve ayrıca "nerd". Hem de en fenasından. Bütün bunlar Amerikan liselerinde acı çekmek, ucube muamelesi görmek ve "milli" olamamak için yeterli neden teşkil ediyor zaten.
Yüzüklerin Efendisi ve fantastik edebiyat delisi Oscar'ın kızlardan yana şansı hiç yaver gitmiyor. Üniversitede de aynı yalnızlığı çeken Oscar sürekli karşılıksız aşklar yaşıyor ve bunlardan biri de kitabın adında dendiği gibi onun tuhaf yaşamını kısaltıyor.


Kitapta üç kuşağın öyküsünü birden okuyoruz. Oscar'ın büyükbabası doktor Abelard'ın, annesi Beli'nin ve ablası Lola'nın hikayelerini dinliyoruz. Geçmişi talihsizliklerle ve Trujillo adlı diktatörün kanlı yönetimiyle geçen Dominik Cumhuriyeti'nin tarihi hakkında epey bir bilgi sahibi oluyoruz. Yazar verdiği dipnotlarla kapsamlı bir kitap ortaya çıkarmış. Çevirmen Püren Özgören'in titiz çevirisi ve onun da dipnotlarıyla okuması bayağı keyifli bir roman "Oscar Wao'nun Tuhaf Kısa Yaşamı".
Kitapta sürekli, Yüzüklerin Efendisi serisine ve Marvel Comics kahramanlarına göndermeler var. Oscar'ın ve ailesinin Dominik inanışlarına göre fuku denilen bir lanetten etkilenen hayatları sürekli sıkıştırıyor onları. Hep kaçmak, yeni şeyler yapmak istiyorlar ama kötü talihe karşı her zaman bir zafa (karşı büyü) var o da aşk. Ama hep yanlış kişilerle oluyor ne yazık ki.
Anlatıda sıkça yer verlen ispanyolca kelimelerle, komik ve eğlenceli kitabın etnik yapısı güçlendirilmiş. Karakterler birbirinden renkli. Özellikle büyükanne La İnca'ya bayıldım.
İnsanın köklerine, atalarına karşı hisettiği gurur, övünme ama bazen de nefret ve kızgınlık hepsi çok güzel harmanlanmış. Hem acımasız bir komedi hem de şeker pembesi bir hüzün var kitapta. Bu nitelikleri onu bir başyapıt yapmaya yetiyor zaten.
 
◄Design by Pocket